erkan

Posts Tagged ‘Contributors’

Cengiz Aktar: “Yetmez ama evet” demenin günahının bedelinden söz edeceğim…

In Uncategorized on January 21, 2014 at 13:43

Ne kefaretmiş

 

Yetmez ama evet” demenin günahının bedelinden söz edeceğim. Kelam kavramlaştı; siyasî literatürde yerini aldı; kısaltması bile var: YAE, YAE’ciler! Tayyip Erdoğan’ın kimyası bozuldukça, iktidar otoriterleştikçe YAE’ciler adım adım “esas sorumlu” mertebesine yükseldiler. Gök sonsuz olduğundan yükselmeye devam edeceklere benziyor. Neredeyse her melânetin kendilerinden sorulur olduğu bu günah keçiliği hâli üzerine YAE’ciler epeyi yazdı. Hepsi, aynı zamanlama ve koşullarda yapılacak bir referandumda yine YAE diyeceklerini duyurdu. Aynı kanaatteyim. Yazılacak pek bir şey kalmasa da mesele bitmedi, hatta geçenlerde Fransa’da çıkan bir yazıyla birlikte uluslararası bir boyut kazandı. Bu önemli, zira YAE tartışmasını siyasî İslâm’ın olumsuz akıbetine taşıyan bir gönderme var burada. Ariane Bonzon nam gazetecinin ne dediğini hatırlatalım. AKP’ye kredi açan demokrat aydınların iktidarın “kullanışlı aptalları” olduğunu, daha 2002’de AKP’nin ne mal olduğunu söyleyenlerin bugün haklı çıktığını söylüyor. Kabaca söyleyecek olursak “İslâm ile demokrasi asla bağdaşmaz, siz ne zannediyordunuz” diyen güdük ve özcü aklın şamatası. YAE’cilere çemkiren yerel akıl aynı kaynaktan besleniyor. 12 Eylül 2010 referandumunun içeriği dahi son tahlilde o kadar önemli değil; “baş çelişki” 16. yüzyıldan bu yana süzülüp gelen “İslâm’ın dünyayla uyumsuzluğu” şablonu.

 

Bugün Batı’da, ayaklanan Arap memleketlerinde tabiatıyla kaotik seyreden süreçler ve şimdi Tayyip Erdoğan kılavuzluğundaki Türkiye’de siyasî İslâmının berbat durumu o şablonun değirmenine su taşıyor. İslâm memleketleri genelinde, bu kolaycı hükmün tarihdışılığı, akla ettiği hakaret ve biçareliği ürkünç. Müslümanlar inançlarıyla modernliği birlikte yaşamanın yollarını aramaya devam edecek. Laikleşme yerine sekülerleşecekler, birbirlerini katletmeden birlikte yaşamayı düşe kalka öğrenecekler. Daha uzun müddet siyasî İslâm’ın bu arayışta payı ve işlevi olacak. Siyasî İslâm’ın çöküşüne bugün alkış tutanlar Müslümanların arayışına destek verseler çok daha hayırlı bir çaba sarfetmiş olurlar.

 

Türkiye özelinden meseleye bakacak olursak, klonları dâhil Tayyip Erdoğan figüründen kalkarak, artan dozdaki hatalarına istinaden siyasî İslâm’ı bir çırpıda silmek mümkün mü? Ya da, 2002’den bu yana eğrisi, doğrusuyla, günahı sevabıyla yapılan işlerin bilançosunu çıkartırken dört dörtlük bir demokrasiye vasıl olunmamasını gerekçe göstermek? Veya AKP’nin İttihatçı-Kemalist vesayetin ezberlerini bozmadaki işlevini gözardı etmek?

 

Mükemmel iyinin düşmanıdır

12 Eylül 2010 referandumu, zamanlaması, içeriği ve iddiası itibariyle bir hakikate karşılık geliyordu. 2007’deki anayasa hamlesi döneminde bile AKP’nin reformcu iştahı kapanmıştı. Nitekim Özbudun heyeti anayasası bir çırpıda kadük oldu. AKP’nin “demokrasisiz kalkınma modelinin” dayanılmaz cazibesine kapılmaya başladığı yıldır 2007. İçeride iktidarının konsolidasyonuna odaklandığı, dışarıda da kendini devaynalarında görmeye başladığı dönem. 2009/10’daki “açılım”lar ise Kürtlerle süren savaşın beyhudeliği ve kalkınma saplantısına köstek olmasıyla ilgiliydi, büyük ustanın ansızın demokrat olmasıyla değil. Kaldı ki 2002’den 2005’ kadar çıkan AB esinli reformlar da “YAE” idi. Referandumun içeriği ise darbe anayasasının askerî ve hukukî vesayetinden kurtulma şantiyesinden başka bir şey değildi; arkadan gelecek yeni anayasaya öncü mahiyetindeydi.

 

Bu eksik ve kerhen yapılan reformlar dahi toplumun deli gömleklerini art arda yırtmasını kolaylaştırdı. Bugün herşeye rağmen kim “2002’den beter durumdayız” diyebilir? Bugün Erdoğan’a “dur artık yeter” diyen herkes referandumda kabul edilen HSYK’yı, referandumun diğer getirilerini ve 2002’den bu yana elde edilen kazanımları savunmuyor mu?

 
Seküler demokratlar AKP için ne kadar kullanışlı oldularsa, bugün ellerini hiçbir taşın altına koymadan her gayridemokratik icraattan onları sorumlu tutanlar için de o kadar kullanışlılar.

 

Bu yazı ilk olarak Taraf’ta yayınlandı. Yazarın izniyle burada da yayınlanıyor. 

Enhanced by Zemanta

Ayşe Özer: BU ÜLKE DEV BİR AYAKKABI KUTUSUDUR

In Uncategorized on January 10, 2014 at 22:52


BU ÜLKE DEV BİR AYAKKABI KUTUSUDUR

Özel televizyonların ilk yayınlarına başladığı günlerdeydi. O zamanın en çok izlenen özel televizyon kanalında hafızayı güçlendirmek amacıyla uygulanan bir yöntemin tanıtım programı sürekli dönüyordu. Tanıtımı yapan, aynı zamanda yöntemin mucidi olan adam, stüdyodaki konuklarına ve ekran başındaki seyircilere 1 dakika içinde 20 kelime öğretebileceğini iddia ediyordu. Kelimeleri ardı ardına söylerken seyircilerden gözlerini kapamalarını istiyor, her kelimeyle ilgili küçük ve kelimenin anlamıyla veya nesnenin kullanım alanıyla yakından uzaktan ilgisi olmayan hikayeler anlatıyordu. Kelimeleri hafızaya nakşetmenin yolu buydu adama göre. Yöntem işe yarıyordu belli ki, zira üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen kelimelerden birini hala hatırlıyorum. “Şimdi ağzınızdan dev bir halı çıktığını hayal edin”.

Kelimeleri hatırlamak için seçilen yöntem ilginçti. Nesnelerin kullanım alanlarının dışındaki var oluşları üzerinden uydurulmuş cümleler işe yarıyordu. Örneğin bir ayakkabı kutusunun içine milyon dolarları doldurduğunuzu hayal edin deseydi hafıza uzmanı, seyirciler “hadi canım bu kadar da saçmalık olmaz” derlerdi belki de. “Bir market arabasına ayakkabı kutularını doldurduğunuzu ve karşıdan karşıya geçerken bir kamyonetin altında kaldığınızı hayal edin” deseydi seyirciler kalkıp giderler miydi acaba? Kavramlarımız bir bir yok olurken, TDK’ye sorsak ayakkabı kutusuna yeni bir tanım bulurdu belki de.

Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür. Şimdi ağzınızdan dev bir ayakkabı kutusu çıktığını hayal edin. Ki unutmayasınız. Ki 6 yaşında devlet babadan yetim, tüyü bitmemiş Yücel ayakkabı kutusu toplarken ölmüştür hatırlayasınız. Hafıza-i beşer isyan ile mağrur olsun diye.

Cengiz Aktar: Krizden kaosa

In Uncategorized on December 31, 2013 at 11:34

Krizden kaosa                                                                 
BchjDSfCUAAqIDJ

Yılın son günü, son yazısı, zor yazı, hele bu cinnet ortamında… Yeni yılın, her yeni gibi, umut vesilesi olması bu memlekette yaşayanlar için şimdilik geçerli değil. Yeni olarak elimizde, gayet kötü yaşlanmış bir “Yeni Türkiye” lakırdısı var. Türkiye muhtemelen yeni olmayı sürdürecek ama başında Tayyip Erdoğan’ın bulunduğu eski AKP ile değil.

 

Yılın ilk yazısını şöyle bitirmişim: “2013 Başbakan’ın total iktidar yürüyüşü ve memleketle topyekûn inatlaşmasının kilit yılı olacak.” Dışarısıyla inatlaşmayı eklemek lâzımmış… Hani şu Kuzey Kore kıvamındaki değerli yalnızlıkla neticelenen…

 

İnatlaşmanın Gezi depremi ile birlikte bir üst kademeye taşındığı yıldı 2013. Zaten aklî bir davranış biçimi olmayan inadın Gezi protestosuyla savaş diline dönüştüğüne tanık olduk. Bugün ise artık savaş diline tamamen teslim olmuş vaziyetteyiz. Birbirini yoketmeden beraber yaşamayı bilemeyen insan topluluklarına has bir çözülme süreci bu. Kriz yönetimini hiçbir zaman becerememiş toplulukların kaosa doğru sürüklenmesi.

 

Mahşerin beş atlısı Akşam/Sabah/Şafak/Star/Türkiye ile iktidar televizyonlarından fışkıran ses ve görüntülere bakar mısınız? Darbe; cunta; kefen giyen adamlar; istiklâl mücadelesi; millî irade; kirli savaş; yerle yeksan edeceğiz; öl de ölelim, vur de vuralım, inine gir de girelim; yabancı ajanlar; dış mihraklar; düşmanla işbirliği; casuslar;vatan hainleri; topyekûn savaş; biber gazı, plastik mermi, TOMA; savaş kabinesi… AKP’nin temsil etme iddiasında olduğu millî iradenin dışında kalan gayrımillîlerin cadıavıyla tasfiyesi. İntikam duygusu öyle bir yere dayandı ki Ergenekon, Balyoz bilumum darbe teşebbüsünü açığa çıkaranların Hizmet’e yakın oldukları varsayımından hareketle iktidar, darbeci subaylara yani Eski Türkiye’ye iade-i itibar hazırlığında. Bu kuva-i milliye ruhu Başbakan’ın total iktidar yürüyüşünün “askerî” ayağı…

 

Savaş dili ve mantığına koşut olarak barut fitili hızında ilerleyen bir kurumsuzlaşmaya tanıklık ediyoruz. İktidarın on bir yıldır azimli bir kararlılıkla bütün iktisadî, idarî ve siyasî denge denetleme mekanizmalarının içini nasıl boşalttığına geçen salı değinmiştim. Bu topyekûn deregülasyon artık temel kurumlara sirayet etmiş durumda. Bugün iktidar ve yakın çevresinin diline doladığı “bürokratik vesayet” özünde denetim demek. Ve iktidar vesayete savaş adı altında kat’iyen denetim istemiyor. Başbakan’ın total iktidar yürüyüşünün idarî ve hukukî ayağı da bu…

 

Bu gidişat ile 2014’te nereye doğru savruluruz? Başbakan’ın total iktidar yürüyüşünün gerçekleşmesi ve muradına ermesi ihtimal dâhilinde değil. Strateji çoktan yara almıştı, Gezi ve 17 Aralık ile çöktü. Ancak stratejinin taktik ayaklarının yarattığı tahribat bir müddet daha kalıcı.

 

Askerî dil ve mantık zaten varolan kutuplaşmaların şiddetlenmesini beraberinde getirecektir. Bıçak sırtındaki toplumsal barışa bundan daha büyük darbe olamaz. İdarî ve hukukî mühendislik ise kurumların içlerini boşaltmakla kalmıyor, kurumların varlığını tehdit eder hâle geldi. Bunun açık işaretleri “Erdoğan usulü” başkanlık sistemi teklifinde mevcuttu. Deregülasyon ve kurumsuzlaşma gelecek hükümetlerin düzeltmekte fevkalâde zorlanacağı konular olacak.

 

Gelişmeler ve sonuçları sadece hükümetin değil Türkiye’nin de zayıflaması anlamına geliyor. Soru ve sorun şu: Böylesi bir demokratik zafiyetten siyasî, iktisadî, toplumsal reform nasıl çıkar? Anayasa ve Kürtlerle barış nasıl kurulur? AB üyeliği, Kıbrıs ve diğer bütün komşularla limonî ilişkiler nasıl düzelir? Küme düşen Türkiye bir müddet daha zaman kaybetmeye mahkûm sanki…

 

Seçilmiş yetkililer bu derece sorumsuz hareket edemezler, etmemeliler.

 

Yeni sene hayırlara vesile olsun yine de.

Bu yazı ilk olarak Taraf’ta yayınlandı. Yazarın izniyle burada da yayınlanıyor. 

Enhanced by Zemanta

Cengiz Aktar: Yolsuzluk, AB ve AKP

In Uncategorized on December 24, 2013 at 11:32

Yolsuzluk, AB ve AKP

 
Bal tutan her memlekette parmak yalar. Kamusal alanda hizmet veren tüm görevlilerin, ister seçilmiş ister atanmış olsun ellerindeki otoriteyi kendi çıkarları için  veya başka amaçla kötüye kullanmaları âdi vakadır. Mesele bunu asgarîye indirmek ve bir bakıma kamu görevlisini iktidarın cazibesinden korumaktır. Yolu, çeşitli denge ve denetleme mekanizmasının varlığı ve iyi işlemesinden geçer.  
 
Hiçbir iktidar veya makam sahibi denetlemeden hoşlanmaz. Ancak denetleme zaafı kuruma, şirkete, topluma ve ülkeye er veya geç zarar verir. Tıpkı bugün yaşadığımız gibi. 
 
AKP’nin iktidar döneminde “Türkiye pastası” çok büyüdü. İnşaat, enerji ve kitle tüketimi sacayağı üzerinden yükselen AKP’nin kalkınmacı ideolojisi aynı zamanda iktidarının pekişmesine temel oluşturdu. Uluslararası konjonktür ve içerde sağlanan makroekonomik istikrar inşaat-enerji-tüketim ağırlıklı projeye çok yaradı. Ancak saadet zincirinin gerçekleşmesi için bir girdi daha gerekiyordu: Sürat! Süratin de koşulu danışsız ve denetsiz icraat! Yani AKP’nin işbitiriciliği…
 
İktidarın denetim engelini bertaraf etmedeki hukukî ve idarî cevvaliyeti parmak ısırtacak cinsten. Önceki koalisyon hükümeti döneminde kâbul edilen mevzuat malî şeffaflığı ve hukukî teminatı kurumsallaştırıyordu. Amaç, kronik yolsuzluğu engellemek ve yurtdışı sermaye girişine zemin hazırlamaktı. AKP iktidarı bu mevzuatın içini tamamen boşalttı. Düzenleyici ve denetleyici işlevleri olan SPK, BDDK, EPDK, KİK, Rekabet Kurumu gibi on üst kurulun yarı-özerklikleri kaldırıldı. Bu kurumlar arasında Kamu İhale Kurumu’nun uyguladığı kanun onlarca kez değiştirilerek ihale sistemi tamamen gayrişeffaf bir hale geldi. Merkez Bankası’nın tam özerkliği bir türlü gerçekleşmedi. Yeni Ticaret Kanunu’ndaki audit mekanizmaları metinden çıkarıldı. Yüksek yargının yürütmenin tasarruflarına yönelik, Sayıştay’ın denetleme ve şimdi Danıştay’ın tahkim ve danışma işlevleri icra edilemez hâle getirildi. Türkiye’nin karapara aklama ve terörün finansmanıyla mücadele konusunda şubatta çıkardığı yasayı küresel hakem konumundaki OECD’nin Malî Eylem Görev Gücü (FATF) yeterli bulmadı. Terörizmin Finansmanı Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi onaylanmadı. Hepsi AB raporlarında kayıtlı. 
 
Süratli ve dengesiz kalkınmayı hedef bellemiş bir iktidarın AB ve uluslararası mevzuatı ayakbağı olarak görmesi doğal. AB mevzuatı asırlık süzgeçlerden geçmiş bir regülasyon silsilesidir. Damıtılmış bu sistemde icraat, AKP Türkiyesi gibi kalkınmaya aç olan bir memleket açısından fevkalâde yavaş gibi durur. Başbakan’ın Putin’e bu kadar öykünmesinin ve “al bizi Şanghay’a kurtar şu AB’den” yollu sözlerinin ardında denetimsiz işbitiren bir lidere olan takdir var. Keza, süratle işbitirmenin karşısına dikilen AB normlarının getirdiği envai çeşit danışma, paylaşma, yönetişim, düzen, denge ve denetleme mekanizmasına, yani açık topluma duyduğu öfke var.  
 
AKP’nin AB sıkıntısı bu anlamda gelişmiş ülkelere mahsus mevzuatın, gelişmeye çabalayan bir ülkeye uygulanmasındaki zorluğu da söyler. Ancak bu bir klişedir. Gelişmekte olup nizamî iş yapmak vakit ve nakit kaybı demek değildir. Aksine. AKP’nin modeli Rusya ciddî beyin ve sermaye göçüne maruzdur.      
 
Bizde de başıbozukluğun sonucunda, doğa, canlı, kent ve kültür hakları açısından daha hesabı verilmemiş dünya kadar istismar mevcut. Bugün görünen buzdağının suyüzüne çıkmış bölümü.  
 
Süratli ama müsrif, hatalı ve hukuksuz icraatın kamusal bedeli yavaş ama düzenli icraatın kamusal bedelinden çok fazladır. Hele sözkonusu ülkenin ne rant sağlayan yeraltı kaynağı ne de yeterli tasarrufu var ise. Yatırımcı, süratle işbitiren ama süratle de Ortadoğululaşan ve AB’yi “Ayak Bağı” farzeden Türkiye’de durmaz. Hızlı kalkınma adına yaptığın toplumsal ve doğal tahribatla kendi başına kalıverirsin. 
Bu yazı ilk olarak Taraf’ta yayınlandı. Yazarın izniyle burada da yayınlanıyor.
Enhanced by Zemanta

Fulya Yıldırımer (@Fu7y4): BİRİ BİZİ GÖZETLİYOR MU? (Apple Macbook sahipleri dikkat….)

In Uncategorized on December 22, 2013 at 21:49

BİRİ BİZİ GÖZETLİYOR MU?

Apple Macbook sahipleri dikkat. Kameranızın sadece minik yeşil ışık yandığında aktif olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Hatta siz şu an bunu okurken biri de sizi izliyor olabilir…

Çoğu laptopta olduğu gibi MacBook’larda da kamera aktif olduğunda yanan yeşil ışık var ancak kötü amaçlı yazılımlarla, 2008 yılından önce üretilmiş Mac’lerdeki bir çok güvenlik özelliğini kullanılmaz hale getirmek mümkün. Kötü amaçlı yazılım derken eklemek gerekir ki, yazılım amacının gerçekten kötü olup olmadığını bilemeyiz. Hatta biraz felsefik gelebilir ama şu soruyu da sormak gerektiğini düşünüyorum, neye göre ve kime göre kötü? Yazılımın varlık amacı yazılımcısının neden yazdığından ziyade kullanan kişiye göre niyet değiştirebilir; çünkü bildiğimiz gibi herhangi bir şey internet ortamına düştüğü anda artık sahiplikten söz etmek pek mümkün olmuyor.

Johns Hopkins üniversitesi’nden Matthew Brocker ve Stephen Checkoway adlı iki öğrenci, Macbook İSight web kameralarının yeşil uyarı ışıkları aktif edilmeden kullanıcılarını gizlice gözetleyebildiğini kanıtlayan “iSeeYou” (seni görüyorum) isimli bir kavram kanıtlama programı geliştirmişler.  ABD Gençlik Kraliçesi’nin çıplak fotoğraflarını gizlice uzaktan hack yoluyla elde etmekten yakın zamanda mahkemede savunma veren genç adamla birlikte mahkemeye sunulan belgelerde aynı işlemleri FBI’nda yapabileceği ortaya çıkmış. Bu iki örnek kötü niyet olarak nitelendirilebilir. iSight yazılımının geliştirilmiş bir halini ürettiler ve kamerayı yeniden onunla programladılar. LED ışığını devre dışı bırakmak içinse STANDBY modunu aktif hale getirdiler ama aynı görüntü sensörünü, kendi programları vasıtasıyla başarılı bir şekilde onu görmezden gelmeye programladılar. iSight yazlımını uzaktan kontrol edebilmek için oluşturulan yazılımın adı “uzaktan kumanda aracı” (Remote Administration Tool -RAT-)’dır. Bu sayede bilişim departmanlarında ve çoklu bilgisayar kullanımı gerektiren eğitim alanlarında kullanılır hale gelmiştir ki bu da iyi niyete örnek olabilir. Haberle ilgili detaylara buradan ulaşabilirsiniz.

Son olarak eklemek isterim ki bilgisayarınızın modeli ve markası ne olursa olsun webcam sahibiyseniz her zaman için görüntülenme veya izlenme tehditi altındasınız demektir. Çünkü bu yazılımlar dışında günlük internet kullanımında farkında olmadan tıkladığımız linklerden gelen virüsler yoluyla da bilgisayarımızın başka birinin kontrolüne geçmesi mümkün. Üstelik biz hiç farketmeden bilgisayarımıza ortak çıkabilir. Yapılacak en temel şey emin olmadan link tıklamamak ve tabiki kameraların üzerini kapatmak/örtmek. Bu konuda başganımızı örnek alabiliriz.

 

Enhanced by Zemanta

Cengiz Aktar: Vize meselesi

In Uncategorized on December 17, 2013 at 11:14

Vize meselesi
English: Schengen Agreement signed 1985-06-14,... English: Schengen Agreement signed 1985-06-14, on show in Schengen Treaty Museum in Schengen, Luxembourg (Photo credit: Wikipedia)

Dün hükümet Avrupa Komisyonu ile vize muafiyeti müzakeresinin başlamasını sağlayacak adımı attı ve “Vize Serbestîsi Mutabakat Metni” ile “İade ve Geri Kabul Anlaşması” imzaladı. Geri kabul Türkiye üzerinden Schengen ülkelerine intikal etmiş yasadışı göçmenler ile Türkiyeli yasadışı göçmenlerin Türkiye tarafından geri kabulü demek. İlk bakışta altından kalkılması çok çetin gibi görünse de esas yasadışı göçmeni geri göndermek fiiliyatta çok çetindir. Dolayısıyla endişeye mahal yok. Üstelik anlaşma Türkiye’nin, sade AB değil dünya standartlarının gerisindeki iltica ve göç mevzuatına gereken dikkati sarf etmesini sağlayabilir.

 

 

 

Vize meselesinde bıçak kemiği çoktan deldi. Türkiyelilerin olur olmaz nedenlerden reddedilen vize başvuruları, fahiş vize fiyatları, gülünç vize süreleri, konsolosluklarda memurların tavırları vatandaş için bitmez tükenmez eziyet ve hakaret vesileleri… Gümrük birliği içinde olduğumuz AB ülkeleriyle bağlantıda olan iş dünyasının vize çilesi dolayısıyla yaşadığı haksız rekabet üzerine artık akademik çalışmalar yapılıyor. Öğrenci değişim programı Erasmus’a katılıp üniversitesine gidemeyen öğrenci, ortak olduğu araştırma projesi bağlamında toplantıya katılamayan öğretim üyesi, uçağa atlayıp habere gidemeyen gazeteci… Türkiyelilerin mağduriyeti hakikaten akıl alır gibi değil. İKV ve TOBB’un bir Brükselli stk ile birlikte kasım 2009 ilâ ocak 2010 arasında işleme koyduğu Visa Hotline şikâyet masası iki ayda 1000 başvuruya ulaşmıştı.

 

 

 

Hükümetler, akademi ve sivil toplum bu haksızlığı daima hukuk yoluyla ve temel akitlere dayanarak çözmeye çalıştılar. Yıllar boyunca AB ülkeleri mahkemeleri, AİHM ve Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) nezdinde açılmış davaların haddi hesabı yok. İçtihatsa içtihat, emsalse emsal artık AB tarafının dayanabileceği hiçbir hukukî gerekçe kalmadı. En son, Ankara Anlaşması’nın Katma Protokolü gereği Türkiyelilere aktif hizmet sunumunda vize serbestîsini teyit eden ABAD’ın 23 şubat 2009 Soysal Kararı bile meseleyi çözmeye yetmedi. Almanya ve Danimarka dışında kalan dokuz AB ülkesi kararın vecibelerini yerine getirmekten bugüne kadar kaçındılar. Bu tavra mesnet oluşturan “Türkiye’den akın akın gelecek işsizler” ise artık göç verdiği kadar göç alan Türkiye’ye verilebilecek tek cevap olmaktan çoktan çıktı. Bu esnada AB Arnavutluk, Bosna Hersek, Karadağ, Makedonya ve Sırbistan’a vize muafiyeti uygulamaya başladı. AB ile ilişkileri Türkiye’ye oranla çok yeni olan ve gümrük birliği gibi somut bir ilişki içinde olmayan bu ülkelere uygulanan muafiyet karşısında Türkiye’ye uygulanan şartlar iyice sırıtmaya başladı.

 

 

 

Dün nihayet imzalanan anlaşmalar adaletsizliğin telafisi için atılmış önemli bir adım. Bunu küçümsemenin anlamı yok. Üstelik halkın AB’ye bakışını olumlu yönde etkileyecek bir aşama bu. Ancak büyütmek ve manasız beklentiler yaratmak da yersiz. Hükümetin müzakereye biçtiği üç buçuk yıllık süre mâkul olsa da sonuç illâki bütün vatandaşlara vize muafiyeti demek olmayabilir. Tahminen işdünyası, akademi, haberciler, AB’de akrabası olan vatandaş ilk planda kolaylık görecek akabinde muafiyete tabi olacak. Diğerlerine ise süre ve fiyat açısından vize kolaylığı gelecek. Hâlen vatandaşın elindeki 10.5 milyon civarı pasaportun 8.7 milyonu vizeye tabi, diğerleri muaf. Vizeden şimdiden muaf olanlar arasında 1.4 milyon “hususî” yani yeşil pasaport epeyidir AB tarafının dikkat çektiği bir uygulama. Müzakerede çetin bir pazarlık konu olması beklenmeli.

 

 

 

Sonuçta, yıllar boyu süren hukuk savaşları ve bugün gelinen noktanın gösterdiği odur ki AB’nin Türkiye ile ilgili “vize sancısı” iktisadî olmadan önce siyasî ve dinî. Dolayısıyla kalıplaşmış takıntıları ve özcü ezberleri bozacak her adım hayırlıdır.

 

Bu yazı ilk olarak Taraf’ta yayınlandı. Yazarın izniyle burada da yayınlanıyor.

Enhanced by Zemanta

Filiz Taylan Yüzak (@ftaylanyuzak): SİYASET VE İLETİŞİMİN KESİŞİM NOKTASI OLARAK PROPAGANDA

In Uncategorized on December 12, 2013 at 15:53

SİYASET VE İLETİŞİMİN KESİŞİM NOKTASI OLARAK PROPAGANDA

 09 Aralık 2013
Serginin afişi…

 

Londra’da bulunan British Library (İngiliz Kütüphanesi) 17 Mayıs – 17 Eylül 2013 tarihleri arasında önemli bir sergiye ev sahipliği yaptı: “Propaganda: İktidar ve İkna.” Siyaset ve iletişimin kesişim noktalarını araştırmak için gittiğim sergi, “propagandanın altın çağı” 20. yüzyıl boyunca ve günümüzde çeşitli dünya devletlerince yapılan propagandaya derinlikli bir bakış sunuyor. Sergi salonu sizi bilim insanlarının ve aydınların propaganda tanımlarıyla karşılıyor.

 

Philip Taylor’ın propaganda tanımı… Philip Taylor’ın propaganda tanımı…

 

Örneğin uluslararası iletişim profesörü Philip Taylor “Propaganda, insanları istenen şekilde düşünmeye ve davranmaya ikna etme amacıyla fikirlerin iletilmesinden başka bir şey değildir.” derken, dünyaca ünlü Amerikalı dilbilimci, siyaset eleştirmeni ve felsefeci Noam Chomsky “Totaliter devlette cop ne ise demokraside de propagandanın o olduğunu” söylüyor.

Resim 2 Chomsky diyor ki…

PROPAGANDANIN NİTELİKLERİ VE AMAÇLARI

İngiliz Kütüphanesi’nin internet sitesinde yer alan bilgilere bakılırsa “savaşlarla, hastalıklarla mücadele etmek, birlik veya bölünme sağlamak için kullanılan” propaganda “genelde şaşırtıcı, bazen korkunç ve ender de olsa mizahi” bir öğe. Londra’da yaşayan Avustralyalı gazeteci ve belgesel yapımcısı John Pilger ise propagandayı devletler düzeyinde kullanılan bir halkla ilişkiler türü olarak tanımlıyor.

“Sam Amca”, 1917 “Sam Amca”, 1917

Aslında propaganda sözcüğüyle aslında ilk kez 17. yüzyılın başlarında Katolik Kilisesi’nin “Congregatio de Propaganda Fide” (“İnanç Yayma Cemiyeti”) adlı, misyonerlik çalışmalarından sorumlu oluşumu kurmasıyla karşılaşmışız. Ancak Chomsky bu sözcüğün aslında 20. yüzyıla dair bir terim olduğunu söylüyor. İngiltere’de 1. Dünya Savaşı’nın sonlarında kurulan, Londra merkezli ve propaganda yapma amaçlı Bilgi Bakanlığı’nı da buna örnek olarak veriyor.

 

Kent Üniversitesi Modern Tarih profesörü, 20. yüzyıl siyasetinde propaganda uzmanı David Welch ise propagandanın eğitim ve reklam gibi benzer alanlardan azmettiricilerin amacı sayesinde ayrıldığına dikkat çekiyor. Welch’e göre her propaganda kötü amaçlı olmayabilir, ancak propaganda önyargıları kuvvetlendiren bir unsurdur. Peki propaganda ne zaman tehlikeli ya da zararlı haline gelir? Welch diyor ki, “Propaganda eski totaliter devletlerde veya diktatörlüklerde sorunludur; çünkü alternatif bilgi kaynaklarına erişim yoktur.”

 

Kütüphane’nin Sosyal Bilimler küratörleri Jude England ve Ian Cooke’un 200’den fazla malzeme toplayarak açtıkları ve Londra’da ses getiren bu serginin multimedyanın sağladığı olanakları etkili kullandığını düşünüyorum. Sergi propagandanın bariz araçlarını da afişe etmiş: posta pulları, dolarlar (para) ve bazı marşlar da bunların arasında. Örneğin tüm dünya ülkelerinin milli marşları, İngilizce metin çevirileriyle birlikte ses kaydı olarak sunulmuş. Türkiye milli marşının İngilizce metni de aşağıda:

 İstiklal Marşı’nın İngilizce metni… İstiklal Marşı’nın İngilizce metni…

Ayrıca birçok metin, çizgi film, kartpostal, rozet, kitap, afiş, poster, broşür ve video da cabası. Bütün materyalleri incelemeye kalksanız bir tam gününüzü alabilirdi. Dolayısıyla ben bir iş çıkışında bulduğum iki saatlik zaman diliminde her şeyi gözlemleme fırsatı bulamadım. Ama dikkatimi çeken öğeleri burada paylaşmak isterim. Sergide kronolojik değil, tematik bir sıra izlendiği için benim paylaştığım örnekler de tarih sırasına göre dizili değil.

GÖZÜME TAKILANLAR

Resim 5

 Tavandan sizi izliyor gibi görünen Stalin, Mao, (Eva) Peron, Hitler, Mussolini ve Churchill’in portreleri, üzerlerinde farklı propaganda tanımlarının yer aldığı cansız mankenlerin ardından beni serginin başlangıç noktasına yönelttiler.

 “İngiliz İmparatorluğu’nun ürünlerini tercih ediniz” “İngiliz İmparatorluğu’nun ürünlerini tercih ediniz”

Dikkatimi çeken ilk şey, 1927 yılında Hindistan’da verilen dikkat çekici bir ilan oldu: o yıl İngiltere’nin Hindistan’a ihracatının 86 milyon sterlin  değerinde olduğunu muştulayan ilan şöyle buyuruyor: “En iyi müşterinizi her seferinde İmparatorluk ürünlerini talep ederek destekleyin.”

Tabii propagandanın bazı türleri kendilerini çok kolay açık etse de, bütün propaganda araçlarının elle tutulacak kadar somut olmadığını da söylememiz gerek. Örneğin 1960’lı yıllarda ABD ve Rusya arasında geçen “uzay yarışı” da propagandanın aracı olmaktan kurtulamamış. Ancak dikkatle bakılırsa anlaşılabilecek bir diğer propaganda aracı da markalaşma. The Independent gazetesinde yazan Adrian Hamilton sergiyle ilgili “Büyük Birader Sizi İzliyor” başlıklı eleştirisinde, İngilizlerin her zaman propagandanın demokrasiler değil, despot rejimler tarafından yapıldığını ve kendilerinin “propagandalar üstü” olduğunu düşündüklerini, ancak bunun geçerli olmadığını yazıyor. (1) 2012 Londra Olimpiyatlarının, özellikle de açılış töreniyle “ulusal markalaşma” veya “ülke markalaşmasına” katkıda bulunan bir etkinlik olması Hamilton’ın haklılığını kanıtlıyor.

 

Rosie the Riveter Rosie the Riveter

Rosie the Riveter (Perçin Çekici Rosie), ABD’de İkinci Dünya Savaşı’na gitmeden önce erkeklerin yaptığı ve savaş için hayati önem taşıyan işleri yapmaya kadınları teşvik etmek için çizilen bir karakter. 1940 yılında çalışan Amerikalı kadın sayısı 12 milyonken bu sayının 1944 itibarıyla 20 milyona yükselmesinde Rosie’nin bir kültür ikonuna dönüşmesinin de payı olduğu kuşkusuz. Ancak savaşın ardından, 1947’de milyonlarca kadının savaştan dönen askerlere istihdam sağlamak amacıyla işlerinden kovulmasıyla savaş öncesi iş modelleri yeniden kurulmuş. Chicago menşeli The Four Vagabonds grubunun “Rosie the Riveter” adlı, 1943 çıkışlı şarkısı da Rosie’yi müzik yoluyla tanıtmış. Bu şarkının sadece müziğine odaklandığınızda son derece neşeli bir caz parçası dinlediğiniz izlenimine kapılıyorsunuz, fakat propagandanın ayak sesleri şarkının sözlerinde saklı: “Rosie zafer için çalışıyor, tarih yazıyor. Bu küçük çelimsiz kadın bir erkekten daha fazla şey yapabiliyor.” (2) “Rosie perçinleme makinesinde fazla mesai yapıyor, böylece Charlie’yi koruyor. Bir sürü milli savunma tahvili satın alıyor. Daha çok tahvil almak istiyor, biriktirdiği tüm nakit parayı milli savunmaya veriyor. Bu kız gerçekten akıllılık ediyor.” (3) “Diğer kızlar en sevdikleri kokteyl barında sek Martinilerini yudumlayıp yedikleri havyarla ağızlarını şapırdatıyorlar. Ama onları gerçekten utandıran, Rosie adında bir kız var.”  (4)

Dış basında 1930’lu yıllarda Hitler karşıtı propagandayı durdurmak için yayımlanmış, “Hitler’in Mevcudiyetinde Gençlik” adlı bir fotoğraf kitabını varlığını da yine bu sergi sayesinde öğreniyorum. Berlin’de 1934’te basılmış, fotoğrafçı Heinrich Hoffman’ın imzasını taşıyan kitapta Hitler Alman ulusunun iyiliksever babası, çocukların ve gençlerin hayran olduğu biri olarak resmediliyor. Ey propaganda, sen nelere kadirsin!

“İçimizdeki Düşman” “İçimizdeki Düşman”

Sergide ilginç bulduğum bir pano da yukarıdakiydi. Burada yazılı olanları Türkçeye çevirerek aynen aktarıyorum:

“Bazı devletler ve siyasi hareketler bir ulusun kötü yanlarını nüfusun din, ırk, siyaset, sosyal sınıf veya kültürle tanımlanmış bir altkesitini suçlayarak destek kazanmaya çalışırlar. Burada amaç, dikkatleri o devletin veya siyasi hareketin siyasi başarısızlıkları konusundaki eleştirilerden uzaklaştırmak veya halktan bir türlü rağbet göremeyen politikalara yönelik rıza üretmektir. Bu bazı grupların kendi ülkelerinde “dışlanmışlar” olarak yaftalanmalarına neden olmakta ve bir suçu başkasının üzerine atma, zulüm ve cinayet ortamı yaratmaktadır.” Alın size Gezi Parkı direnişinin teorik açıklaması!

 

Düşman olarak Devlet” Düşman olarak Devlet”

Bana Gezi ruhunun önemli öğelerinin sosyal medya ve mizah olduğunu yeniden hatırlatan pano da üstteki oldu. Türkçe meali şu şekilde:

“Bir ulus içindeki muhalif gruplar propagandayı güncel rejimin meşruiyetine meydan okumak için kullanırlar. Bu kişiler kendilerini haklarından mahrum edilmiş hissedebilirler, ayrıca hükümetin baskıcı olduğunu veya bir dış gücü temsil ettiğini de düşünebilirler. Böyle gruplar ulusal hükümetlerin erişimi olan kaynak üretimi ve dağıtımından yoksundurlar. Genelde sansür ve şiddet tehdidi yoluyla yaratılan, uçsuz bucaksız bir zulüm ortamında, veya en azından bir şüphe bulutu altında faaliyetlerini sürdürürler. İletişim kanallarına erişim sınırlı olduğunda şoke edici görüntüler ve tanıklığın kullanılması, bir mesajın daha geniş çevrelerce duyulması için etkili olur. Bunun yerine mizah da devleti eleştirmek ve taşlamak için kullanılabilir.”

Vietnam Kazanacak! Vietnam Kazanacak!

Neyse ki propagandayı sadece gücü ve iktidarı elinde bulunduran taraf kullanmıyor. Bu pop-art posteri, 1970 yılında Vietnam Savaşı’nı eleştirme amacıyla Asya, Afrika ve Latin Amerika Halkı İçin Dayanışma Örgütü tarafından hazırlatılmış. Küba’nın başkenti Havana’da, 1966’da bir grup sömürgecilik karşıtı solcu tarafından kurulan örgütün diğer posterleri de Batılı ülkelerin müdahaleci politikalarına karşı çıkmak için tasarlanmış.

Özgürlük Heykeli mi Gözetleme Kulesi mi? Özgürlük Heykeli mi Gözetleme Kulesi mi?

Propagandanın bir diğer ayağı da demokratik özgürlükler konusunda karşımıza çıkıyor: Yukarıda gördüğümüz, 1971 yılında hazırlanan bir Sovyetler Birliği posteri. New York’taki ünlü Özgürlük Heykeli, burada bir özgürlük simgesinin tam tersine ABD polisinin kendi halkını gözetlediği bir kuleye benzetilmiş. Ne yazık ki Amerikalı eski casus Edward Snowden’ın açıkladığı belgelerin gösterdiği gibi, ABD bugün sivil bireylerin elektronik posta mesajlarının yanı sıra bilgi bankalarını taramak suretiyle özel kimlik bilgilerini toplayabiliyor. Yani ABD gözetleme kulesi günümüzde de faaliyetlerini tüm hızıyla sürdürüyor!

ABD sanatında hakikatin yer-siz’liği... ABD sanatında hakikatin yer-siz’liği…

Yine Sovyetler Birliği’nden çıkma bu çizim de beni çok etkiledi: ABD’de sanat gerçek dünya yerine hayal ürünlerini resmediyor. Hakikate duyarsızlık ancak bu kadar iyi ifade edilebilirdi.

Propagandanın kurbanı kesekağıdı… Propagandanın kurbanı kesekağıdı…

Propagandanın yapıldığı materyaller de sınır tanımamış. 1916’da İngiltere Ulusal Savaş Tasarrufları Komitesi’nin hazırlattığı kese kağıtlarının üzerinde savaşa katılımla ilgili mesajlar yazıyormuş. Yapılacak bağışların savaşın süresini kısaltacağı ve zaferle sonuçlanacağı iddiası bu mesajlardan yalnızca biri. Bu kesekağıtlarının savaşla ilgili posterlerden daha çok kişiye ulaşması sürpriz değil.

Beni destekleyecek misin?” Beni destekleyecek misin?”

Bir başka kesekağıdı üzerine basılmış mesajı okuyoruz: “Beni destekleyecek misin? Düzenli olarak, mümkün olduğu kadar çok sayıda Savaş Tasarrufu Sertifikası satın alın veya Savaş Tasarrufları Derneklerinden birine üye olun.”

Resim 15

1940’lı yıllarda artık bu mesajların benzerlerine kadın eşarplarının üzerinde bile rastlanır olmuş.

Hintlilerin Bağımsızlık Ligi - “İngiliz şeytanları” Hintlilerin Bağımsızlık Ligi – “İngiliz şeytanları”

Yukarıdaki karikatürde ise Hintli çocukların İngiliz bayrağının önünde eğilmesini emreden veya onları okulda döven zalim İngilizlerin faaliyetleri konu ediliyor. Okuyoruz: “Bu İngiliz şeytanlarını ülkemizden defedin!” Hintlilerin Bağımsızlık Ligi bu karikatürü milliyetçi duyguları ve İngiliz hükümdarlığından bağımsızlaşma arzularını körüklemek için hazırlatmış. Bu Ligde temsil edilen milliyetçiler ve sömürgecilik karşıtı gruplar, bilgiye erişimi regüle eden İngilizlere karşı kampanyalarına halkın destek vermesi için propaganda yöntemine başvurmuşlar. Hindistan, dünyaca ünlü lideri Gandhi’nin barışçıl ama kararlı adımları sayesinde 1947’de bağımsızlığına kavuşmuştu.

Zulmün simgesi olarak Churchill... Zulmün simgesi olarak Churchill…

Yukarıda da İngiltere’nin eski Başbakanlarından Churchill’in Hintlileri zincire vurduğu görülüyor. Churchill İkinci Dünya Savaşı sırasında yapılan İngiliz propagandalarında bir özgürlük kahramanı olarak lanse edilmiş olsa da Hintli milliyetçiler onu zulmün simgesi olarak görmüşler. Haksız da sayılmazlar.

TOPARLARSAK…

Bu yazıda ben daha ziyade bariz propaganda örneklerini verdim. Ancak Cooke’un dediği gibi propaganda sadece “kötü adamlar” tarafından yapılmaz. Pilger’a göre propaganda “sinsidir”, “mutlak güce sahiptir”, “tanımlanması ve saptanması zor olabilir.” Serginin küratörlerinden Ian Cooke da onu şu sözleriyle destekliyor: “Propaganda genelde yalandan ibaret ve kötü insanların üretimi olarak görülür, sergiyle bu görüşe meydan okumak istedik. Propagandanın bir tek değil, birçok tanımı var.”

“Her gün”, her yerde ve herkesçe yapılagelen” propagandayı şu an içinde bulunduğumuz sosyal medya çağında giderek daha çok kişinin kullanabildiğini ve kullandığını unutmamak gerekiyor. Hamilton’ın yazdığı gibi, propagandanın işe yaramadığını düşünmek tam da bu yüzden yanlış. Çünkü medya ve sosyal medyayı kullanarak farkına varmadan insanların duygularını ve önyargılarını kuvvetlendiren bir araç olan propagandanın kollarına atılmamız an meselesi…

 

NOTLAR:

(1) Kaynak: Adrian Hamilton, “Big Brother is watching you: Propaganda at The British Library”, 26 Mayıs 2013

http://www.independent.co.uk/arts-entertainment/art/reviews/big-brother-is-watching-you-propaganda-at-the-british-library-8632962.html

 (2) “She’s making history, working for victory (…) That little frail can do more than a male can do”

(3) “Rosie is protecting Charlie

Workin’ overtime on the riveting machine

Rosie buys a lot of War Bonds

That girl really has sense

Wishes she could purchase more Bonds

Putting all her extra cash in National Defense”

 (4) While other girls attend their favorite cocktail bar

Sipping dry Martinis, munching caviar

There’s a girl who’s really putting them to shame

Rosie is her name”

 

Yazı ve fotoğraflar: Filiz Taylan Yüzak

İletişim: filiztaylanyuzak@gmail.com

 

Enhanced by Zemanta

Ayşe Özer: KADININ YALIN HALİ

In Uncategorized on December 11, 2013 at 22:50

KADININ YALIN HALİ

Bünyesine bir sözcük dahi alamayacak kadar tam ve bütün müdür artık? Dengeler adına silahsız bırakılmış bir militan gibi şair olmayı seçer belki de. En fazla ikinci sınıf bir türkü barda kendi kendine vokal yapan bir şarkıcı gibi leyli de yar loylu da yar. Yanındaki bütün sandalyelerin boş olduğu hayli birinci sınıf bir lokantada kimseyle göz göze gelmemek için okuduğu gazetesini indirdiğinde “masayı çok meşgul ettin” bakışını tanır şef garsonun gözünde. Nasıl ki fuhuşun felsefesini yapmak yerine namusun bekçiliğini yapmayı seçmiştir seçici geçirgen çoğunluk, yalnızlığın felsefesini de kadına bırakır. Felsefenin eylemi içine almasına izin vermez, arkadan fermuarlı elbiselerinin fermuarını kapatabilmek için uzun kurdeleler bağlar o da. Evet, yalnızlık kadına mahsustur.

Yalnızlık bir yolculuksa o yol kadının kendisine çıkar. Dünyaya Ay’dan bakar gibi kendine bakabilir böylece. Özgürlüğünün bedeli hep yalnızlık olur kadının. Özgürleştikçe yalnızlaşan, yalnızlaştıkça özgürleşen. Yalınlıktan gelir nasılsa kelimenin kökü. Etimoloji tesadüfleri sevmez, velakin sefil bir bilim olabilir çoğu zaman.

“Yalnız Kadınlar Sokağı var mı?” Sorusunun yanıtı hep olumsuzdur kitapçılarda. Kitabın stokları tükenmiş. Tükenir elbet. Yalnız kadınlar tükenmez. Neredeyse her sokak yalnız kadınlar sokağı artık. Belediye adresler karışmasın diye her birine numara vermeli. Best seller olmuştur kitap. Kadının yalın hali yok satmaktadır. Kitabın sorulduğu kitapçıların yüzünde bildik bir gülümseme. Bu bakışları bir yerlerden hatırlar kadın. Mesela benzincide, oto sanayide, futbol maçında, araba yıkama servislerinde, araç muayene istasyonlarında, araba park ederken, erkek iktidar alanlarında yani her yerde, sesini biraz fazla çıkardığı, orada olmaması gerektiği halde olduğu her yerde vardır bu gülümseme. Hem kadınların hem de erkeklerin yüzünde olur. Oysa başında sinek kadar kocası olduğu halde yalnız olan ne kadar çok kadın vardır. Kendi içinde yalnız. Kendini bile bulamadığından. Kadının kadınlığından değil, yalnızlığından erkeğin faydalanması olabilir evlilik çoğu kez.

-Doğru dürüst uyuyamıyorum doktor.

-Peki, horluyor musunuz?

-Bilmiyorum uykuma tanık olan kimse yok ki.

Uykusuna tanık olan kimsesi olmamaktır yalnızlık. Hani o kimsesizlerin kimsesi cumhuriyetin-her şeyi devletten de beklememek lazım gerçi- ve onun Fransa’dan önce bizlere verdiği seçme ve seçilme hakkının kurtaramadığı. “Kurtardığın Türk kadını sana bağlılığını sunar” madalyonları vardı eskiden. Ha işte o madalyonun bir de öbür yüzü var. Sokakta “gelsin koca, gelsin devlet” diye bağırır kadın örgütleri “Asla yalnız yürümeyeceksin” der bir spor kulübünün sloganıyla, oysa o düşük desibelli sesler bir futbol kulübünü cezalandırmak için kullanılır ancak. “Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar yeryüzünde sizin kadar yalnızım” şarkısının nakaratını tribün coşkusuyla ve taraftar sesiyle söyleyecek kadar büyük bir kitledir artık yalnız kadınlar. Yalnızlık çok seslidir.

Beyaz dantel gecelikli, narin vücutlu, veremli kadınlar olurdu o eski zaman filmlerinde. Sevdiği adamın terk ettiği kadın verem olur, kan tükürürdü ipek mendillere. O zarafet de yoktur modern zamanlardaki kadının yalnızlığında. Kimse elinden tutmadığı için topuklu pabuçlarının üzerinde, kendi ayakları üzerinde durmaktan parmak uçları nasırlı, bakışlar hep ufka kenetli.  Bir narin ince porselen fincandı kadın, biri onu hunharca aldı kutunun içinden, bir antikacıda umursanmamış olmanın hüznüyle kırık parçaları bir lavanta kesesinin içindedir şimdi.

Yalnızken biri daha büyür içinde. Lamba cini gibi ikide bir çıkıp dile benden ne dilersen der. Haydi şımart kendini. Ya da dik dur der ona işyerinde tacize uğradığında. O içindeki her kimse kadın değil. Kendisine sahip çıksın diye var ettiği hermafrodit bir varlık sanki.

Hay o biyolojik saatin zembereğine! Biyolojik saat bas bas bağırırken kentli bile olsa evlenmeden çocuk yapamadığından kadın, gerekli spermi elde ettikten sonra boşar kocasını ve yalnız kalır yine. Kocasının soyadıyla meşhur olmuş bir aktrist ise erkek tarafı dava açar, “zinhar bizden değildir” der. Tek başına ayakta durabilme yetisi ile yaratılmıştır da erkeğin kaburgasından, dişlerindeki elma kokusu büyük günahını hatırlatmaktadır her öpüşünde. Erkeğin özgürlüğü çok eşlilikle, kadının özgürlüğü yalnızlıkla bir aradadır.

Bir şairin cümlelerini düzeltemez bir bilgisayar programı. Altını kırmızıyla çizer durur da, o yüklemsiz tümceler hep yüklemsiz kalır. Yüklemsiz tümceler gibi altını çizer toplum yalnız kadınların. Önemli yerlerin altını çizer gibi makyaj yapar kadın da. Saklamak ister hayatın yorgunluğunu. Sonra mutfakta bir kavanoz düşer, kırılır. Kadın ağlamaya başlar. Neye ağlıyorsa ona ağlayamaz genellikle. Kendini kullanılmamış hisseder. Var ettikleri ile var olamamanın acısıyla, kendi kendine yalan söylemeye başladığından bu yana kimseye inanmadığından içli içli ağlar kavanozun kırılışına. Sessizliğin sesinden ürküp de, ses olsun diye açtığı televizyonda bir izdivaç programı: elinde mikrofon tutan bir adam, ekranın yan tarafında 35 yaşında olduğu, evinin arabasının olduğu yazılı. 20-25 yaşlarında bir kız arayası. En az on yaş fark olsun tabii ki, kendine baksın kadın da. Her gece ağlayarak uyuyan bir kadına göz çevresi kremi neylesin. Herkesin giderli şarkılardan nasibini aldığı bir dönemde aşk için, aşkla, aşk şiiri yazamaz artık kimse. “Bir kedim bile yok anlıyor musun?” diye şarkı söyleyen kadının bahçesine bir dolu kedicik bırakılır sonra. Kedi senin köpeğin olsun be abla! Severiz biz kelimenin ilk anlamını. Kavramlar düşer, el yordamıyla karanlıkta bulduğu kırıntıları aşk zanneder bazen kadın da. Sevgi Soysal’ın Tante Rosa’sı gibi 12 öyküde tamamlanır bazen kadınca bilemeyişleri. Bazen yazsan roman olur.

Kadının, kadınlığın yalın halinde bir gizli özne vardır muhakkak. O yüklemsiz tümcenin altını bütün yazı programları çizse de, şair orada çok şey demek istemiştir. O büyük mısraın şairi de sadece o mısraın yanına imza atmış, “bu benimdir” demişse bir bildiği vardır. “Bu yalnızlık benim ilişmeyin”. Bu da benim, ilişmeyin.

Fulya Yıldırımer: 1 DAKİKASI 183.000 DOLAR

In Uncategorized on December 11, 2013 at 12:27

1 DAKİKASI 183.000 DOLAR

Eric Rosol

Hackerlar tarafından sıklıkla kullanılan bir saldırı yöntemi olan DDoS (distributed denial-of-service) siteye giriş trafiği çok fazlaymış gibi etki yaratarak sistemi işlevsiz ve cevap veremez hale getirmeyi amaçlar. Yani “her sistem kurulurken; kullanıcı sayıları, hat kapasitesi, anlık istek sayısı gibi unsurlar için belli değerler öngörülür ve bu değerlerin biraz daha üstünde yükü kaldırabilecek şekilde tasarım yapılır. DoS/DDoS saldırılarında ise, sistemin kaldırabileceği yükün çok üzerinde anlık istek, anlık kullanıcı sayısı ile sistem yorulur ve cevap veremez hale getirilir. Bunun yanında, doğrudan sistemin kendisini yormak şeklinde değil, hattı doldurarak yine sistemin erişilebilirliği hedef alınabilir.”
2011’de dünyaca ünlü hacker grubu Anonymous ile birlikte bir dakikalık DDoS saldırısana katılan 38 yaşındaki Eric Rosol, hedef aldıkları websiteyi 15 dakika boyunca işlevsiz hale getirerek 5000 dolar zarara uğrattı. Yakalanması üzerine 1 dakikalık DDoS için 2 yıl hapis cezası ve 183.000 dolar para cezasına mahkum edildi. Haberin devamını okumak için tıklayabilirsiniz.  Bu kadar yüksek para cezalarının amacı; özellikle şirketlerin itibarını zedeleyen bu tarz saldırıları caydırıcı kılmak olsa gerek. Oysa saldırıların amacı en azından RedHack ve Anonymous gibi hacker gruplarının, halka karşı yapılan haksızlıklara ve adaletsizliklere tepki göstermek. Yapılan her saldırının da kendilerince bir nedeni ve bir açıklaması var. O sebeple bu cezalar ne kadar caydırı olur veya olabilir mi? diye sormak gerek ki çoğumuzun cevabının olumsuz olacağına eminim.

Tekrar DDoS’a dönecek olursak; çoğu hacker tarafından artık DDoS saldırısı için internet üzerinden inidirelebilecek programlar sayesinde saldırı yapılabileceği söylense de hiç bir bilgi olmaksızın sadece programın yeterli olmayacağını bilmekte fayda var. Ve tabiki Eric Rosol ve Jeremy Hammond’un akıbetine uğramamak için gerekli dikkat ve özen gösterilmeli.

 

Enhanced by Zemanta

Cengiz Aktar: Kafkas cephesinde hareketlilik

In Uncategorized on December 10, 2013 at 10:35

Kafkas cephesinde hareketlilik 

 

Members and Partners of the Organization for S... Members and Partners of the Organization for Security and Co-operation in Europe signed Helsinki Accords and Paris Charter. signed Helsinki Accords only. non-signatory. partner for cooperation. (Photo credit: Wikipedia)

Dışişleri Bakanı perşembe günü Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilâtı’nın bir toplantısına Türkiye’yi temsilen katılmak üzere Erivan’a gidiyor. Normal şartta adî bir vaka sayılacak bu seyahat pekçok nedenden ötürü ayrı bir mana ifade ediyor. İki ülke arasında diplomatik ilişkilerin olmayışı, Türkiye’nin “olmayan” Ermenistan politikasını Azerbaycan’a ihale etmiş olması, Ermeni Soykırımı’nın yüzüncü yılında hükümetin ne yapacağını bilmiyor olması, bölgesel ve küresel iddialar peşinde koşmaktan komşularla genelde kötü olan ilişkileri küçümsemiş veya savsaklamış olması başlıca nedenler.

 

Bakan 5 aralıkta Kiev’de Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilâtı’nın (AGİT) bakanlar toplantısı münasebetiyle bu haftaki ziyaretine hazırlık yaptı. Azerbaycan, Ermenistan, 2014’te AGİT başkanı İsviçre ve Rusya dışişleri bakanlarıyla görüştü.

 

Azerî ve Ermeni devlet başkanları ise ocak 2012’den sonra ilk defa geçen kasımda bir araya geldiler. Bunu 5 aralıkta Kiev’de Azerî ve Ermeni bakanların ABD, Fransa, Rusya’dan oluşan Karabağ müzakerecisi Minsk Grubu ile toplantısı izledi. İki hasım ülke yetkilileri başkan veya bakan seviyesinde 2014 başında yeniden bir araya gelecekler. Her ne kadar Kafkasya’da siyasî toplantı yapmak illâ bir gelişme ifade etmese de yakın zamandaki trafik Rusya’nın bölgeye ilişkin statükocu tavrında bir değişiklik oluyor mu sorusunu sordurtuyor. Bununla bağlantılı ikinci soru, bölgede Rusya sponsorluğunda bir yeni statükoya doğru mu ilerlendiği. Azerbaycan ve Ermenistan’ı AB’nin çekim alanından şimdilik çekip alan Rusya’nın Karabağ’da kefil olacağı bir yeni durumdan söz ediliyor. Bu, Ermeni ordusunun Karabağ dışında kontrol ettiği yedi Azerî bölgesinden (reyon) tamamen boş tutulan üçünün Rus barış kuvvetleri denetimine verilerek Karabağ düğümünde görece bir ilerleme kaydedilmesi. Azerbaycan’ın kazanmış görüneceği ama Ermenistan’ın kaybetmeyeceği bir adım!

 

Karabağ’da kalıcı çözüm açısından bir yere götürmeyecek bu adım daha ziyade Ankara açısından önemli. Nitekim konuşulan, Türkiye’nin Karabağ’a yönelik bu adım sayesinde Kars-Gümrü-Tiflis demiryolunun Kars-Gümrü sektörünü açabileceği. Kapalı sınırı değil sadece demiryolunu açarak Azerileri kızdırmadan Ermenilere 2015 için bir jest yapmak ve zevahiri kurtarmak.

 

Zira 2015’e doğru resmî Türkiye’nin uluslararası inkâr faaliyetlerinde güvendiği dağlara epeyidir kar yağıyor. ABD’deki Yahudi lobisine sırtını vererek yaptığı çalışmalar İsrail’le süren soğukluk dolayısıyla artık pek anlamlı değil. Daha önemlisi, bugün artık Yahudi Soykırımının biricikliğine istinaden Ermenilerin başına geleni azımsayan Bernard Lewis veGünter Levy gibi Yahudi akademisyenlerden Türkiye’nin inkârcı tezine hayır yok. Yeni kuşak Yahudi akademisyenler soykırıma soykırım demekle kalmıyor, 2015 için ses getirecek işlere de imza atıyor.

 

Üzerinde küresel mutabakat olan soykırımın reddiyesinde Türkiye Azerbaycan’la stratejik ortaklıklar geliştirerek, diğer yanda dev ve lüzumsuz projelerini Batılı şirketlere peşkeş çekerek 2015’i idare eder ama vicdanen kaybetmeye devam eder.

 

Makro bir açıdan bakarsak, hükümetin bugüne kadar kırıp döktüğü, savsakladığı ve küçümsediği komşu ilişkilerine nasıl iştiyakla sarıldığını görmek hoş doğrusu. Bakan Davutoğlu Erivan’dan müstakbel AB dönem başkanı Atina’ya oradan da kapsamlı çözüm arayışlarının giderek yüksek sesle konuşulduğu Lefkoşa’ya geçiyor. Zararın neresinden dönülürse kârdır da bakalım büyük usta ne diyecek.

 

Bu yazı ilk olarak Taraf’ta yayınlandı. Yazarın izniyle burada da yayınlanıyor. 

Enhanced by Zemanta