erkan

Posts Tagged ‘Ayşe Özer’

Ayşe Özer: BU ÜLKE DEV BİR AYAKKABI KUTUSUDUR

In Uncategorized on January 10, 2014 at 22:52


BU ÜLKE DEV BİR AYAKKABI KUTUSUDUR

Özel televizyonların ilk yayınlarına başladığı günlerdeydi. O zamanın en çok izlenen özel televizyon kanalında hafızayı güçlendirmek amacıyla uygulanan bir yöntemin tanıtım programı sürekli dönüyordu. Tanıtımı yapan, aynı zamanda yöntemin mucidi olan adam, stüdyodaki konuklarına ve ekran başındaki seyircilere 1 dakika içinde 20 kelime öğretebileceğini iddia ediyordu. Kelimeleri ardı ardına söylerken seyircilerden gözlerini kapamalarını istiyor, her kelimeyle ilgili küçük ve kelimenin anlamıyla veya nesnenin kullanım alanıyla yakından uzaktan ilgisi olmayan hikayeler anlatıyordu. Kelimeleri hafızaya nakşetmenin yolu buydu adama göre. Yöntem işe yarıyordu belli ki, zira üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen kelimelerden birini hala hatırlıyorum. “Şimdi ağzınızdan dev bir halı çıktığını hayal edin”.

Kelimeleri hatırlamak için seçilen yöntem ilginçti. Nesnelerin kullanım alanlarının dışındaki var oluşları üzerinden uydurulmuş cümleler işe yarıyordu. Örneğin bir ayakkabı kutusunun içine milyon dolarları doldurduğunuzu hayal edin deseydi hafıza uzmanı, seyirciler “hadi canım bu kadar da saçmalık olmaz” derlerdi belki de. “Bir market arabasına ayakkabı kutularını doldurduğunuzu ve karşıdan karşıya geçerken bir kamyonetin altında kaldığınızı hayal edin” deseydi seyirciler kalkıp giderler miydi acaba? Kavramlarımız bir bir yok olurken, TDK’ye sorsak ayakkabı kutusuna yeni bir tanım bulurdu belki de.

Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür. Şimdi ağzınızdan dev bir ayakkabı kutusu çıktığını hayal edin. Ki unutmayasınız. Ki 6 yaşında devlet babadan yetim, tüyü bitmemiş Yücel ayakkabı kutusu toplarken ölmüştür hatırlayasınız. Hafıza-i beşer isyan ile mağrur olsun diye.

Ayşe Özer: KADININ YALIN HALİ

In Uncategorized on December 11, 2013 at 22:50

KADININ YALIN HALİ

Bünyesine bir sözcük dahi alamayacak kadar tam ve bütün müdür artık? Dengeler adına silahsız bırakılmış bir militan gibi şair olmayı seçer belki de. En fazla ikinci sınıf bir türkü barda kendi kendine vokal yapan bir şarkıcı gibi leyli de yar loylu da yar. Yanındaki bütün sandalyelerin boş olduğu hayli birinci sınıf bir lokantada kimseyle göz göze gelmemek için okuduğu gazetesini indirdiğinde “masayı çok meşgul ettin” bakışını tanır şef garsonun gözünde. Nasıl ki fuhuşun felsefesini yapmak yerine namusun bekçiliğini yapmayı seçmiştir seçici geçirgen çoğunluk, yalnızlığın felsefesini de kadına bırakır. Felsefenin eylemi içine almasına izin vermez, arkadan fermuarlı elbiselerinin fermuarını kapatabilmek için uzun kurdeleler bağlar o da. Evet, yalnızlık kadına mahsustur.

Yalnızlık bir yolculuksa o yol kadının kendisine çıkar. Dünyaya Ay’dan bakar gibi kendine bakabilir böylece. Özgürlüğünün bedeli hep yalnızlık olur kadının. Özgürleştikçe yalnızlaşan, yalnızlaştıkça özgürleşen. Yalınlıktan gelir nasılsa kelimenin kökü. Etimoloji tesadüfleri sevmez, velakin sefil bir bilim olabilir çoğu zaman.

“Yalnız Kadınlar Sokağı var mı?” Sorusunun yanıtı hep olumsuzdur kitapçılarda. Kitabın stokları tükenmiş. Tükenir elbet. Yalnız kadınlar tükenmez. Neredeyse her sokak yalnız kadınlar sokağı artık. Belediye adresler karışmasın diye her birine numara vermeli. Best seller olmuştur kitap. Kadının yalın hali yok satmaktadır. Kitabın sorulduğu kitapçıların yüzünde bildik bir gülümseme. Bu bakışları bir yerlerden hatırlar kadın. Mesela benzincide, oto sanayide, futbol maçında, araba yıkama servislerinde, araç muayene istasyonlarında, araba park ederken, erkek iktidar alanlarında yani her yerde, sesini biraz fazla çıkardığı, orada olmaması gerektiği halde olduğu her yerde vardır bu gülümseme. Hem kadınların hem de erkeklerin yüzünde olur. Oysa başında sinek kadar kocası olduğu halde yalnız olan ne kadar çok kadın vardır. Kendi içinde yalnız. Kendini bile bulamadığından. Kadının kadınlığından değil, yalnızlığından erkeğin faydalanması olabilir evlilik çoğu kez.

-Doğru dürüst uyuyamıyorum doktor.

-Peki, horluyor musunuz?

-Bilmiyorum uykuma tanık olan kimse yok ki.

Uykusuna tanık olan kimsesi olmamaktır yalnızlık. Hani o kimsesizlerin kimsesi cumhuriyetin-her şeyi devletten de beklememek lazım gerçi- ve onun Fransa’dan önce bizlere verdiği seçme ve seçilme hakkının kurtaramadığı. “Kurtardığın Türk kadını sana bağlılığını sunar” madalyonları vardı eskiden. Ha işte o madalyonun bir de öbür yüzü var. Sokakta “gelsin koca, gelsin devlet” diye bağırır kadın örgütleri “Asla yalnız yürümeyeceksin” der bir spor kulübünün sloganıyla, oysa o düşük desibelli sesler bir futbol kulübünü cezalandırmak için kullanılır ancak. “Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar yeryüzünde sizin kadar yalnızım” şarkısının nakaratını tribün coşkusuyla ve taraftar sesiyle söyleyecek kadar büyük bir kitledir artık yalnız kadınlar. Yalnızlık çok seslidir.

Beyaz dantel gecelikli, narin vücutlu, veremli kadınlar olurdu o eski zaman filmlerinde. Sevdiği adamın terk ettiği kadın verem olur, kan tükürürdü ipek mendillere. O zarafet de yoktur modern zamanlardaki kadının yalnızlığında. Kimse elinden tutmadığı için topuklu pabuçlarının üzerinde, kendi ayakları üzerinde durmaktan parmak uçları nasırlı, bakışlar hep ufka kenetli.  Bir narin ince porselen fincandı kadın, biri onu hunharca aldı kutunun içinden, bir antikacıda umursanmamış olmanın hüznüyle kırık parçaları bir lavanta kesesinin içindedir şimdi.

Yalnızken biri daha büyür içinde. Lamba cini gibi ikide bir çıkıp dile benden ne dilersen der. Haydi şımart kendini. Ya da dik dur der ona işyerinde tacize uğradığında. O içindeki her kimse kadın değil. Kendisine sahip çıksın diye var ettiği hermafrodit bir varlık sanki.

Hay o biyolojik saatin zembereğine! Biyolojik saat bas bas bağırırken kentli bile olsa evlenmeden çocuk yapamadığından kadın, gerekli spermi elde ettikten sonra boşar kocasını ve yalnız kalır yine. Kocasının soyadıyla meşhur olmuş bir aktrist ise erkek tarafı dava açar, “zinhar bizden değildir” der. Tek başına ayakta durabilme yetisi ile yaratılmıştır da erkeğin kaburgasından, dişlerindeki elma kokusu büyük günahını hatırlatmaktadır her öpüşünde. Erkeğin özgürlüğü çok eşlilikle, kadının özgürlüğü yalnızlıkla bir aradadır.

Bir şairin cümlelerini düzeltemez bir bilgisayar programı. Altını kırmızıyla çizer durur da, o yüklemsiz tümceler hep yüklemsiz kalır. Yüklemsiz tümceler gibi altını çizer toplum yalnız kadınların. Önemli yerlerin altını çizer gibi makyaj yapar kadın da. Saklamak ister hayatın yorgunluğunu. Sonra mutfakta bir kavanoz düşer, kırılır. Kadın ağlamaya başlar. Neye ağlıyorsa ona ağlayamaz genellikle. Kendini kullanılmamış hisseder. Var ettikleri ile var olamamanın acısıyla, kendi kendine yalan söylemeye başladığından bu yana kimseye inanmadığından içli içli ağlar kavanozun kırılışına. Sessizliğin sesinden ürküp de, ses olsun diye açtığı televizyonda bir izdivaç programı: elinde mikrofon tutan bir adam, ekranın yan tarafında 35 yaşında olduğu, evinin arabasının olduğu yazılı. 20-25 yaşlarında bir kız arayası. En az on yaş fark olsun tabii ki, kendine baksın kadın da. Her gece ağlayarak uyuyan bir kadına göz çevresi kremi neylesin. Herkesin giderli şarkılardan nasibini aldığı bir dönemde aşk için, aşkla, aşk şiiri yazamaz artık kimse. “Bir kedim bile yok anlıyor musun?” diye şarkı söyleyen kadının bahçesine bir dolu kedicik bırakılır sonra. Kedi senin köpeğin olsun be abla! Severiz biz kelimenin ilk anlamını. Kavramlar düşer, el yordamıyla karanlıkta bulduğu kırıntıları aşk zanneder bazen kadın da. Sevgi Soysal’ın Tante Rosa’sı gibi 12 öyküde tamamlanır bazen kadınca bilemeyişleri. Bazen yazsan roman olur.

Kadının, kadınlığın yalın halinde bir gizli özne vardır muhakkak. O yüklemsiz tümcenin altını bütün yazı programları çizse de, şair orada çok şey demek istemiştir. O büyük mısraın şairi de sadece o mısraın yanına imza atmış, “bu benimdir” demişse bir bildiği vardır. “Bu yalnızlık benim ilişmeyin”. Bu da benim, ilişmeyin.

Ayşe Özer: “Bestekar Sokak’a doğru barikatı göreceksin, çöz saçlarını

In Uncategorized on November 25, 2013 at 15:26

Bestekar Sokak’a doğru barikatı göreceksin, çöz saçlarını

İkiz kardeşlerin önce doğmuş olanı olduğundan büyük ağabey olmak durumunda kalmıştır Ankara. Devletin gri yüzünün her yerde kendini gösterdiği, her köşe başında bir Bakanlık binasının, bir devlet kurumunun bulunduğu payitahtta bir kadın göstericiyi peşinden on kişilik bir polis güruhunun kovaladığına tanık olunabilir. Herkesin devlet dairesindeki işini kaybetmekten korktuğu memur kentidir burası. Ara sokakların ve apartman kapılarının güvenilir olmadığı, polisten kaçan göstericinin bulvardan yürümek zorunda kaldığı belki de tek coğrafyadır Ankara. Gözünü ve olmayan siluetini sevdiğimiz şehrin, sokaklarında ancak ilhamın aranabileceği ve mutlaka bulunacağı şehrin yeni yetme devrimcileri şimdilerde o yeni dili hem ağabeylerine, hem de polise öğretmekle meşgul. “Biber gazı oley!” diye bağıran kitlenin üzerinde ne elinizdeki biber gazı, ne cop, ne TOMA ne de alimlerinizin elindeki kavram seti işe yarar. Buradan buyurun, yeni başlayanlar için “çocukça”. Çocukça çünkü, ne istediğini söyleyebilmeyi yeni öğrendiğinden, her şeyi göstererek istemeyi yeni bıraktığından dilek ve temenniler bölümü üçüncü sınıf bir STK’nın genel kurulundaki gibi kafiye olsun diye değil. Dile getirmenin ötesinde dilekleri, umutları fakirin ekmeği olmaktan çıkaran, orta sınıfı araftan çıkaran, halkı halkla buluşturan akıllı çocuklar devrimi bu. Ankara’nın kalbur üstü semtinde yeni adıyla Tomalı Hilmi’de Bestekar Sokağa doğru barikat görebilirsin, sakın şaşırma. Üzerinde memur kılığı olsa da, o barikatı görünce tepesinde yurt müdiresi gibi toplayıp topuz yaptığı saçlarını çözer insan. Artık ölse de gam yer mi? Ahir ömrünün en güzel Haziranıdır bu.

“Bozkırın ortasında bize deniz gözlüğü taktıran tavrına hayran olayım”. Ankara’ya deniz mi geldi? Her yerde “evinizin önünde deniz olacak” reklamları da vardı. Sonunda seçim vaatleri gerçekleşti demek ki, herkesin gözünde deniz gözlüğü. Herkes çapulcu yanığı olmuş, göz çevresinde ve ağız bölgesinde maske ve gözlük izleri. Orta sınıf Bodrum’dan değil, direnmekten geliyor bu kez.

Taşradan üniversite okumak için Ankara’ya gelmiş bir çocuk karşıdan karşıya geçerken bile bir toplumsal hareketin içinde hissedebilir kendini. Hava toprak gibi gebedir, Yüksel Caddesinde sürekli dolaşan biri ertesi gün devrim olacağını sanabilir. “Ay resmen devrim” yazıyor yerde şimdi, direnişin en güzel sloganı. Tam üstüne bastın dostum.

Sakarya Caddesi’ne kıvrılma Yüksel’den çıkışta, müdahale var, artık çiçek değil, gaz kokuyor orası. Kendi hacminden büyük sokaktan dolan, Konur Sokak’tan, hani esnafının göstericiyi polisin elinden aldığı sokak. Çok çeviksin ama sen bu sokağın delisini de velisini de alamazsın. Meşrutiyet Caddesinden karşıya geçersin, üst geçitten geçme, havuzların etrafındaki zincirler yok artık, bulvardan geç. Ben çapulcunun zeki, çevik ve ahlaklısını severim. Belediyenin önündeki fışkiyenin orada toplanacaklar bugün, forum orada. Hanginiz kırdıysanız söyleyin, kızmıycam valla bak.

Trafik kapanmazsa müdahale de olmaz. Olursa da ucube Kızılay AVM binasına sığınılır. Bir AVM ancak içine sığınılabildiğin zaman anlamlıdır ne de olsa. Ethem Sarısülük Parkı’nda ortak sofra varmış, dolmuş duraklarının oradan simit alalım biz de. Oradan da Dikmen’e çıkarız. Ben de bu Dikmenlilerin gazına geldim. “Gardaş, direnmiyek mi la?” İyi geceler Gezi, her nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsan.

 

Enhanced by Zemanta

Ayşe Özer: Kıl oldum abi

In Uncategorized on August 22, 2013 at 13:25

tarkan-kil-oldum-abi-nostalji
Kıl oldum abi

Ortaokuldayken, din kültürü ve ahlak bilgisi hocamız bir derste, cenabet haldeyken alınan kılların ve kesilen tırnakların abdestsiz olacağını, bu kılların ve tırnakların öteki dünyada bizi takip edeceğini söylemişti. Bütün gece rüyamda peşimden koşan kıllar görmüştüm. Hiç anlamamıştım bu adamların bizim vücudumuzdaki kıllarla niye bu kadar ilgilendiklerini. Üniversiteyi kazandığımı öğrenir öğrenmez hangi akla hizmet olduğunu bilmediğim bir şekilde mahalledeki tuhafiyeciye gidip kendime mavi bir tarak almıştım. Taşrada büyümüş bir kız çocuğu olarak büyükşehre üniversite okumaya giderken özgürlüğü saçlarından tutma gayreti olabilir. Çocukluğuma inmek lazım. İşte bunlar hep travma. Peşimden koşan tüyler konulu rüyalarım da bitti sonra neyse ki. Allah’tan konuluydu, ya konusuz olsaydı, öyle deme. Kıldı, tüydü deyip geçmeyeceksin, mevzu derin. Ya dönerse?

O yıllarda Tarkan’ın “Kıl oldum abi” kaseti yeni çıkmıştı. Pop starımız henüz dişlekti, kıyafetleri o zamanın standartlarına göre bir garipti, sarı pantolon filan giyiyordu, farklıydı işte. Hemen devreye girdi paparazzi abiler, zira delikanlı adam sarı pantolon giymezdi. Erkek arkadaşlarıyla çekilmiş samimi fotoğrafları getirildi gündeme. Sürekli yanında bir hatun kişi ile gezmek zorunda hissetti kendini çocukcağız. Velev ki, tercihi seninkinden farklıydı, sen ona kıl oluyordun da, o da belki sana oluyordu. Erkek toplum kızıyordu tepeden, olmazdı öyle şey. O zamanlar erkek tipi saç dökülmesi biliniyordu bilinmesine, ama saç ektiren erkeklere pek de iyi gözle bakılmıyordu. Erol Evgin’in herkesin çocukluk aşkı olduğu benim çocukluğumda ise, sevdiceğimin saçlarının peruk olduğunu söyleyen bir kız arkadaşımı dövmeye kalktığım rivayet olunur. Bunlar hep dedikodu işte.

Şimdilerde hangi internet sitesini açsanız, hele bir de muhalifse bu tür reklamlar dışında bir gelir kaynağı olmadığından yazıların, haberlerin yanı başında kıldan görünmeyen bir adam sırtı, ya da kıl-tüy işleri için kullanılan bazı ürünlerin önce-sonra fotoğrafları ile karşılaşabilirsiniz. Muhalif olmak öyle kıl bir iştir bu memlekette. Adamı kılla tüyle uğraştırır. Şeker ve limonla yapılan ağdaları şimdilerde renklendirip Osmanlı macunu diye satıyorlar zaten, ondan olabilir. Kimsenin bir diğerinin bir tarafında çıkan kıl olmakla övünmediği o günlerde en azından sadece rüyalarımızda takip ediyordu bizi o abdestsiz kıllar. Kıl oluyoruz ama kimsenin bir tarafında çıkmıyoruz da dönüyoruz. Kökümüz derinlerde, hep ondan.

Enhanced by Zemanta

Ayşe Özer’den yeni yazı: EVDE KALMIŞ KIZ KURULARI VE ŞEN DULLAR APARTMANI

In Uncategorized on July 30, 2013 at 22:14

EVDE KALMIŞ KIZ KURULARI VE ŞEN DULLAR APARTMANI

TVde7...24 Ekim 1977

Evde otur, otur, otur e tabii kurudunuz kaldınız öyle. Bir de hepsi evde kalmış oluyor başka bir mekanda değil. Arabada kalamıyorsun mesela. O zaman kızlığından şüphe duyuluyor herhalde ondan. Arka koltuk tehlike arz edebilir. Arabada beş, evde on beş durumu olabilir. Amcalar fazla Amerikan filmi izlemişler, üstüne de Ankaralı Namık dinlemişler, devreler yanmış tabii. Hayal dünyaları geniş. Evin sınırları içinde kızlık bir bütündür, parçalanamaz. Dışarıda başına gelenlerden ve sarı saçlarından sen suçlusun. Evde kaldıysan kesinkes kızsındır, muayeneden yırtarsın. Bak ne söylesen yanlış anlaşılmaya müsait oluyor ki. Konu hayli netameli.

Simone de Beauvoir teyze buna bir şey dememiş. Zaten kadın bu zincirleme sıfat tamlamasını Fransızca söylemeye kalksa bir paragraf filan sürer. Google’a sorunca sana diyor ki: “son of a spinster”. En meşhur Amerikan küfüründen bir kelime farklı yani. Kuruya “son” diyor google. Simon’un kedisi gibi bakardı Simone teyzem bunları duysa. Kızın kurusu nasıl oluyor abiler diye. Anadolu’da bütün kalmış kızları nikahlamak diye tabir var, sen sokakta “gelsin koca, gelsin devlet” diye istediğin kadar bağır. Feminizm güncel sorunlarımıza cevap veremiyor ablalar, azcık kaldıralım popoları desem, Jlo poposu korsesi alacak hatunlar var. İki dakika delikanlı olun kızım ya.

Kız tercih edilmeyi bekler, ona mesela hayırlı bir kısmet bulayım diye kapı kapı da dolaşamazsın, ayıp. Şöyle öğretmen filan olsun, 2-3 ay yaz tatili olur filan diye kriter de belirtemezsin. Onu hep ne doktorlar, ne mühendisler istemiştir de, biz vermemişizdir. 35 yaşından sonra “ne olursan ol yine gel” demek zorundaymışsın gibi nerede armudun sapı, üzümün çöpü varsa önüne servis ederler. Belki sen Mevlana’dan hoşlanmıyorsun. Belki tipin değil. Olmaazz, kör satıcının kör alıcısı olmak zorundasın. Bari azcık alla pulla da ayağımız alışsın. Yer misin yemez misin? Sanki sen asal gazlıktan serbest radikalliğe geçiveriyorsun hemen 35’inden sonra. Yolun yarısına gelince bütün istikrarını kaybedip, Farmville’deki tavşanlar gibi kırkılmak için tepende yanan bir ampul oluşuyor. Üzerinde yüklü elektronunla her türlü reaksiyona açık geziniyorsun uzayda. Feysbukta ilişki durumuma bak bari, orada ne yazıyor? İlişkiye açık da anguta da, öküze de açık diyor mu?  Demiyor. Belki benden çok iyi lahana turşusu olabilir, denemedik ki nereden biliyoruz? Ama senden bir kereviz olmaz yer elması. Ay bak nasıl sinirlendim elim ayağım boşaldı. Böyle olunca da histerik derler ha bunlar şimdi. Bir kadın sinirlenince ilk soru budur: sevgilisi filan var mı lan bunun? Eşinden mi ayrılmış? Haaa tamam o zaman. Hababam Sınıfı’ndaki coğrafya hocası Melahat gibi olası geliyor insanın. Ki o domates güzeli birçok filmde de evde kalmış kızı oynamıştı. Bir filminde annesini canlandıran Adile Naşit şöyle demişti: “pek de güzel de değil”. Kirpi ve yavrusu teorisinin çöpe atıldığı gündür. Hani biz senin kuzucuklarındık. Duygularımızla oynadın kadın. Domates Güzeli ise, “Demini almış gördüğümüz ne var ki şu hayatta” demişti bir filminde. Hay ben o biyolojik saatin zembereğine. Mahzunlaştım bak yine.

Ne diyordu Mahzun abimiz, “anam bahan kız beyenmiş, evlenmem de evlenmem, bu genç yaşta kendimi inan heder edemem”. İstemem yan cebime koy oluyordu sonra gidişat. Iyyy hiç sevmem erkekte demagoji.

Tıp bile çaresiz kalıyor bu konuda. “Adet sancım var ölüyorum doktor” diyorsun bilmem kaç lira muayene ücreti verdiğin kadın doğumcuya(toplumcu gerçekçi bir gönderme mi var orada) o da sana diyor ki “evlenince geçer”. Böyle tedavi mi olur arkadaş? İnsanın bilmem neresinden doku alıp karaciğer yapıyordunuz hani noolldu? Sen on sene oku oku sonra tedavi: evlenince geçer. Reçeteye de yaz bari “evlenme cüzdanı görüldükten sonra 3X1 sevişmesi” diye. Doktor sana tabii “düzenli cinsel hayatın olursa geçer” diyemiyor, dese gider şikayet eder bazı hatunlar. Adam napsın(kadın doğumcular da hep erkek zaten) “sen evlen bacım” diyor. Çocukların cinsel gelişimini engelleyecek bir şey söylemek istemiyor tabii, genel izleyici var karşısında. Mesela prostat olan adama diyorlar mı “ biz sana helal süt emmiş birini bulalım evlenirsin şıp diye geçer” diye. Napalım şifa niyetine mi evlenelim yani?

Yaşlı kadınların evlerinde yorganın gitmişliği ve kavganın bitmişliğinden kaynaklı bir huzur vardır. Gençliğinde saç saça baş başa kavga ettiği görümcesiyle birlikte oturan gördüm ben. Kocaları gömmüşler, her gün yeni bir pasta tarifi, her gün yeni bir paspas örneği, ohhh geçinip gidiyorlar işte.  Onların evinde olan huzur yoktur evde kalmış kız kurularının evinde. Onların üstünde “ulan bu kızın ne kusuru var ki kimse evlenmemiş bununla” bakışları. Dullar şen, çünkü onlar en azından bir kez tercih edilmişler, bir adam tarafından evlenmeye yaraşır bulunmuşlar. Hep şen oldukları düşünülür bu nedenle. Hepsi de aynı apartmana denk gelir. Ya da eskiden öyle olurmuş. İnsanlar bu kadar mobilize olmadığından, adamlar da kadınlardan daha önce öldüğünden- ki kesin hatunların dırdırındandır- hepsi aynı apartmanda dullaşırlar ve “şen”lik ondan sonra başlarmış. Ha bu arada, dulun dulluğundan erkeğin, erkeğin emekli mayışından kadının faydalanmasına ikinci bahar denir. Bunları not et, sonra yarın bir gün bir izdivaç programında yorumcu ya da belki de seçici oluverirsin hayat bu, lazım olur. Mayışın var mı? Evin var mı? Araban var mı? diye soracaksın bir de unutma.

Kısmeti kapalı diye hocalara üfletilen mi dersin, kırk tane kilit açtıran mı? Evde kalmış kız kurusu kulübü kurayım sosyalleşeyim desen, “vaay bunlar var ya oğlum acayip talepleri oluyormuş” diye apaçilerin uğrak mekanı oluverir. Kariyerist kadın sayısının artması falcı bacılara yarar. 35’inden sonra bir falcının acil girişinden sedyeyle giren gördüm ben.

-17 gün sonra arıycak seni.

-Abla 7 gün geçti, o dahil mi 17 güne?

-Hadi dahil olsun da ayağın alışsın.

En son kaç olur? Sen daha çok gelir gidersin nasılsa. Sen atomu parçala, sonra on kilo sürmeyle gözlerine kömürlük penceresi havası vermiş kadından medet um. Her şeyi biliyormuş. Bilse orada işi ne acaba? “Valizini al gel kampanyası” başlatsa bu kariyerist kadınlar kapıda kuyruk olur belki. Hepsinde iş, güç, ev, araba ne ararsan var, bütün izdivaç kriterleri mevcut.

Hatta türküsü bile var. Oğlan durdukça koç olur, kızlar durdukça heç olur. Özgür iradenle de evde kalamıyorsun yani. İlla evleneceksin. Atomu da parçalasan, evrenin sırrını da çözsen, düz vitesli arabayı el frensiz ( bak çok iddialı konuşuyorum) yokuşta geri kaçırmadan kaldırsan da tekamül etmiş olmuyorsun evlenmeden. Yine oto sanayide “anaa yazık lan başında bir beyi olmadığından yalnız yalnız gelmiş ya la” bakışlarına maruz kalıyorsun.

Kız tarafı düğünde bile öyle fazla oynamazmış eskiden, sonra topuzlu ve payetli teyzeler “kız oynaya oynaya gitti ayol” derlermiş. Kendi düğününde spor ayakkabısını giyip masanın üstüne çıkıp oynayan kız gördüm ben. 35’inde evlenince masanın üstünden topluma nanik yapıyordu. Evde kalmış kız kurusuymuşşş! 80’lerde mi yaşıyoruz, e hani Serpil Çakmaklı topuzu nerede? Hani benim tozluklarım, kiraz ağacında yırtılan vatkalı gömleğim? Taytın üzerine mayo giyen Hülya Avşar vardı, o nicedir? Kimse elinden tutmadığından kendi ayaklarının üzerinde durmuyor ki bu hatunlar. Topuklu ayakkabıyla iki dakika sen dur da görelim.

Yedi kocalı Hürmüz hafif meşrep oluyor da, en eğitimlisinin bile kafasında haremim olsun fikri varken onlara bir şeycik olmuyor. Her sevgilisinden en az bir kez isteyen, ama ehli namus, temiz, el değmemiş, açılmamış bir goncagül, evde kalmış ama kurumamış kızla evlenmek isteyen matematik bilmiyorsa o işe Ali Nesin bakıyor, ben bakmıyorum.

Bak jargonda anlaşırsak problem yok. Evde kalmış kız kurusu değil de tuz kurusu dersek, eyvallah. Ahretlik kedinin mamasını verdiysen gel otur başladı program. Şu battaniyeyi de bana ver sana zahmet dizlerim ağrıyor yine, yağmur mu yağacak nedir? Bu sunucunun anası vardı Esra Erol, o daha iyiydi de, şimdi kitap yazıyor dediydiler. Uyy aman, kadın 60’ından sonra koca bulucam diye paha çiçeği gibi açıldı. Yanındakini görüyor musun? Kadın kızını avukata verdi, çorabı da çıkardı. 8 Mart diye kadınlara gül veriyor seçiciler. Bak bak ne diyor adam: Bağyanlar günün kutlu olsun.

Bu yazı ilk olarak Bayan Yanı Dergisinin 8 Mart özel sayısında yayımlanmıştı. Yazarın izniyle burada da yayınlanıyor… 

Enhanced by Zemanta

Ayşe Özer: DEVLETİN KADRAJI

In Uncategorized on April 7, 2013 at 22:46

DEVLETİN KADRAJI

Yabancı Dil Sınavında sınav salonuna giren ÖSYM görevlisi salondaki kameranın kadrajını ayarladı ve gitti. Hey dostum, “kadrajı kurduğun yer bile politiktir”. Lütfen sınavda burnunuzla oynamayınız. Sonra birileri seyredecekti bunu. Film en azından konulu olmalıydı. Kamera, üzerinde “emeğiniz emanetimizdir” yazan kaleme zum mu yaptı? Film hayli distopikti belli ki, salona ancak şeffaf su şişelerinde sokulabiliyordu su. Frigo yerine devletin verdiği şekerler yeniyordu beynin glukoz ihtiyacı için.

Devletin kadrajı kopyayı çekeni görmüyordu, o nedenle salona anahtara girilemiyordu. Emanet birimi olarak okulun kantini hizmet veriyordu. Bir tost, bir şeffaf su, alın bu da araba! Biri emanete vermeye korkmuştu da, arabasının anahtarını çorabının içine sokuvermişti. Emek, emanetti devlete. Sinemadan çıkan adam dünyayı değiştirebilirdi, sınav anı kameraya alınan adam da o emanet kalemle bir isyan türküsü yazar mıydı? Devletin kadrajı görmezdi nasılsa. O kadraj ki Salacak’tan baktığında silüeti değişmemiş görüyordu. Boğaz manzarasının orta yerine diktikleri gökdelenler yetmemişti ki emanetimiz olan emeğimize de göz dikmişlerdi. Devlet sinemayı da, sinemadan çıkan adamı da sevmiyordu. Cuma namazından çıkan adamı seviyordu devlet. Kadraja hep o girsin isteniyordu. Şehre bir film gelmişti, iklim değişmişti hani? Yayları çıkmış koltukları bahane ediliyordu sinemanın, yan taraftaki AVM’nin sineması ne güne duruyordu? Emanetin teslim edildiği el, bir mezopuan ile flulaştırırken arka planı, seyircinin gözü hep esas oğlanın üzerindeyken Emek bir izzet-i nefis meselesi oluyordu. Su püskürtülüyordu Nisan yağmuru gibi, şeffaf su şişelerinden mi? Kasklarının arkasındaki rakamlar polislerin sicil numaralarıydı. Bu numaralara zum yapan kameramanlar da dövülmeliydi. Emek’imiz emanetti devlete ve onun dar kadrajına.

 

 

Ayşe Özer: BİZİM ALAMANYA’NIN MİSAFİRLERİ

In Uncategorized on March 10, 2013 at 20:36

BİZİM ALAMANYA’NIN MİSAFİRLERİ

30 Nisan 1964’te imzalanan sosyal güvenlik sözleşmesi ile başlar göç. Sanayisi gelişmiş bir ülke olarak Almanya, ihtiyaç duyduğu Türk işçileri davulla zurnayla karşılar. Gidenler geride kalanlara “ben gideyim, sizi de yanıma aldırırım” derler. Köylerine dönmek üzere geldikleri yere, geride kalanları aldırırlar bazıları sonra. Bazıları orada Alman kadınlarla evlenirler. Irk melezleşir. Türk Sineması bunun üzerine bir dolu film yapar. Almanya’ya giden kocanın Türkiye’deki karısına eziyetleri anlatılır bu filmlerde. Bir de dizi çekilir. Mardin-Münih Hattı ve Nadja Smolik adı hafızalara kazınır. “Acı vatan”lığı tescillenir Almanya’nın. Doğulan değil, doyulan yere alışılmaya çalışılır.

Türkiye’de kalan çocuklar içinse güzel oyuncakların getirildiği, Nescafe’nin kocaman cam kavanozlarla geldiği bir uzak ülkedir. Yıllar geçtikçe o kadar nüfuz edilir ki Almanya’ya, acı vatan olmaktan çıkar, bizim Alamanya olur artık. “Berlin iyi güzel de, Almanı fazla” denilir. Bu nüfusun ve nüfuzun gururu vardır yüzlerde. En az Alanya kadar Alman vardır orada da, daha ne olsun? 40 sene boyunca çalışılan fabrikadan emekli olununca çekilen ev kredileriyle heim’larda oturan “bizimkiler”, yerleşik düzene geçerler. “Turken Raus” denilir artık onlara. Kırk sene bir arada yaşadıkları topluluk, komşuluk etmez onlarla. Hiçbir adetlerini öğrenmezler. Alman disiplini Türklere nüfuz eder de, Noel’de bir tek dükkan açılmaz. Almanlar yenilince bizim neden yenilmiş sayıldığımızı anlarız. Bazı yerlerde Türklere yapılan bir güzellik olarak sunulan Türkçe tabelalar vardır. Ancak havaalanındaki bir tabela mesajı iletir: “Lütfen mesafeli durunuz!”

Üçüncü kuşak yarı Türkçe yarı Almancadan oluşan yeni bir dil geliştirir. Ağzından kaçırdığı Türkçe kelimelerden utanır. Trende yer vermek istediği Türklere “benim için egal, siz oturun” der. Arada kalmışlık kıyafetlerine yansır. Ellerde akıllı telefonlar, Türkçe konuşmalar hep küfürlü. Avrasyalılık böyle mi vücut bulur?

Bir mağazanın sahibi olan Türk, “eskiden sokaklarda birbirimize rastlayınca kucaklaşırdık, şimdi Türkler birbirine kazık atıyor” der. “Eskiden biz onların emrinde çalışıyorduk, artık onlar bizim emrimizde çalışıyor. Biz birlik olursak her şeyin üstesinden geliriz”. Bir intikamın alınmasının mutluluğu mu vardır yüzünde? Uzun çalışma saatlerinin sonunda Alamanya her şeye rağmen“bizim” olmuştur. Acı vatandan kimsenin dönesi yoktur.

Türk’ün Türk’le imtihanı burada da bitmez. Her şeyin elinin altında olduğu genç kuşağa mahalle baskısı uygulanır soydaşları tarafından. Eteğinin boyu, kimlerle arkadaşlık ettiği sorgulanır. Türk mahallelerinde ve Küçük İstanbul’da eski tas, eski hamam devam edilir yaşama. Tavernalar, türkü barlar revaçtadır.

3201 sayılı yasa ile birleştirilir Alamanya’daki hizmetleriyle Türkiye’deki hizmetleri, emekli edilirler. Kırık Türkçe’li bir genç avukat kız, ünlü bir hukuk bürosunun reklamında şöyle der: “Gelin, hakkınızı arayalım!”

Bilgesu ERENUS’un seyirlik oyunu Misafir’de anlatılır göçle gelenlerin halleri. Bir yerinde “sen makineysen, ben de insanım ula!” der bir Türk işçi. Osman Amca salonda bu lafı alkışlayan tek seyircidir. Oyun Brechtyen olma iddiasındadır. Sergilenen sadece bir oyun değil, hayatın ta kendisidir. Daha sonra Osman Amca’yı gördüklerini aklıyla değerlendirdiği için mi tutuklarlar?

“Burası eskiden iyiydi de, yabancılar gelince bozuldu” der kırk yıllık Alamanya’lı teyze. Turken Raus içselleştirilmiştir. Misafir misafiri istemez, ev sahibi hiçbirini istemez.

Bu yazı ilk olarak Yeni Harman’ın Şubat sayısında yayınlandı. Yazarın izniyle burada da yayınlanıyor.

Ayşe Özer, Aleviliğin ABC’sinin yeni baskısı üzerine Ali Murat İrat’la görüştü…

In Uncategorized on February 17, 2013 at 15:48



ALEVİLİĞİN ABC’Sİ

Ali Murat İrat, Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesinde öğretim görevlisi olarak çalıştıktan sonra istifa etti. ODTÜ’de Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümünde ikinci yüksek lisansını yaptı. Mülkiye’de ikinci doktorasını yaparken Paris’teki Ecole Normale Superieure’da felsefe eğitimi aldı. Alevilik üzerine yazıları ve kitapları, ayrıca Yitik isimli bir romanı bulunuyor. Devletin Bektaşi Hırkası isimli kitabının gözden geçirilmiş ve güncelleştirilmiş baskısı Aleviliğin ABC’si adıyla çıktı. Muharrem’in 10’unda Aşura Gününde kitabını konuştuk.

-Son günlerde birçok siyasinin kullandığı bir tanımlama var: Ali’yi sevmek Alevilikse, ben herkesten çok Alevi’yim diye. Ali’yi sevmek Alevilik midir?

Ali’yi sevmek, Aleviliğin sadece bir ufak bir parçası. Bir de Ali’nin sevmediğini sevmemek, ondan nefret edenlerden nefret etmek, ona haksızlık edenlerin önünde engel olmak, ona haksızlık edenleri sevmemek gerek. Yalnızca sosyolojik anlamda değil, teolojik anlamda da Peygamberin ölmeden önceki veda haccında da söylediği bir şey var: Ya Rab! Ona buğz edenlere buğzet. Yani ondan nefret edenlerden nefret et. Dolayısıyla bu Aleviliği daraltma, küçültme ve Sünniliğin bir parçası, bir yörünge inancı haline getirmeye çalışmanın basit ve bence aptalca bir şekli. Hiçbir Alevi, hatta Şiiler de dahil olmak üzere Alevilikteki şu şeyi unutmazlar: tevella ve teberra. Ali’nin yanında olanlar ve karşısında olanlar manasında. Bunu sadece Sünniler yer, hiçbir Alevi bunu yemez, yemediler de tarih boyunca.

-Kitabınızda Aleviliğin bir çok tanımı var. Peki siz Aleviliği nasıl tanımlıyorsunuz?

Aslında bir tanım yapmak hem zor ve problemli, hem de gerek yok. Bu tanımlama ihtiyacı aslında modernizme özgü bir şey. Yani bir tanımlama yapmak ve bu tanımın dışında kalanları ayırmak. Zygmund Bauman Modernlik ve Müphemlik kitabında bunu çok güzel anlatır. Modernizmin tanımladığının dışında kalan hiçbir yapı modern dünyanın içinde var olamaz. Aslında Aleviliğin tanımlanması bir ihtiyaçmış gibi gösteriliyor ama böyle bir gereklilik yok. Tanımladığınız zaman Alevilerin en az yarısı dışarıda kalacaktır. Bir tahtacı alevinin ritüellerini bu Aleviliktir diye alırsanız o zaman Dersimdekiler, Malatyadakiler, Ispartadakiler alevi olamaz. Ya da Isparta’dakine Alevi derseniz, Çorum’daki Alevi olamaz. Zaten Aleviliğin kendine has doğası bu. Yani çoklukta birlik. Aleviler kendi gelenek ve inançlarında da yol bir, sürek binbir derler. O yolu izlemekte bin tane sürek izlenebilir. Bu iç demokratik düzenin de bir göstergesidir. Dolayısıyla bir tanım yapmak, aslında politik bir tercihe denk düşer. Bugün Aleviliği tanımlıyorum diyenlerden ben kaçıyorum. Çünkü ya Aleviliğe zarar verecek, ya da politik bir misyon sahibi. Buna kimsenin haddi yok. Bir insan Tanrıyla arasında ilişki kurarken ya acaba ben ne yapıyorum? diye sorar mı? Sormaz. Ben namaz kılıyorum Sünni miyim, semah dönüyorum ama neresindeyim diye sormaz. Sorarsa zaten orada değildir. Bu anlamda tanımlama meselesi sorunludur. Ben uzak duruyorum.

-Neden böyle bir kitap yazma ihtiyacı doğdu?

-Türkiye’de sadece Alevilik konusunda değil, Kürtler konusunda da Çerkezler konusunda da bir hegemonik baskı var. Hiçbir şey tartışılmıyor, sadece bazı şeylerin su yüzüne çıkmasına izin veriliyor. Özellikle İttihatçılık’a kötü gözle bakıp, onu eleştirenlerin, Alevilik konusunda tam da İttihatçıların tezlerini ısıtıp ısıtıp önümüze koyduklarını gördük 90’lı yıllarda. O yıllarda Kürt hareketinin ve İslamcı hareketin yükselişine bağlı olarak, karşı yapılan yayınlarda Alevilik ya Türklüğün ya da Orta Asya geleneğinin bir parçası olarak gösterildi. Kürt hareketi yükselip kendi yazınını oluşturunca bir de baktık ki Aleviler Türk değilmiş, Kürtmüş. Kürt hareketi de Alevileri Kürtlere bağladı. Merkezileşmeye başlayan her iktidar odağı Aleviliği kendine göre yontmaya başladı ve bunun yayınlarıyla doldu ortalık. 90’lı yıllar Alevi yazınının en belalı ve temizlenmesi gereken yıllarıdır. Orada tek bir kişi sivrildi, görüşlerine hiç katılmadığım ama yazılarını hala okuduğumuz Reha Çamuroğlu. Ciddi bir şekilde bir çıkış yaptı ve bugün de hala aşılmamış olan şeyler yazdı. Bu konuda en güzel örnek İzzetin Doğan’ın söylediklerinin ön plana çıkarılmasıdır. İzzettin Doğan diyor ki: “Bir Emevi İslam var, bir de Alevi İslam var. Biz İslamın özüyüz”. Bunu ben söylesem beni taşa tutarlar. Yani sen ortalama bir Sünni vatandaşa küfrediyorsun. Söylemiyle İslam dünyasını tam ortasından yaran bir söylem geliştirdi ama bugüne kadar kimse bir şey demedi. Bu da devlet mekanizmasının kimi zaman kendi dinine nasıl küfrettirebildiğinin en açık göstergesi.

-Reha ÇAMUROĞLU’nun şu andaki siyasi konumuna ne diyorsunuz?

-Hiçbir zaman tutmadım, şu anda da aynı şekilde. Yazdıklarıyla siyaseten yaptıklarını sanki iki farklı insan yapıyor. İkisi arasındaki ayrımı ciddi bir şekilde koruyabiliyor. Sadece İsmail kitabında bunu koruyamadı. İsmail kitabı onun kırılma noktasıdır. Ama daha önce yazdıkları ciddi referans kaynağıdır.

-Siyasetten söz etmişken, kitabınızda “Alevi’nin partisi olur mu?” diye sormuşsunuz. Aleviler hangi siyasi partiye yakın, ya da kendilerinin parti kurmak gibi bir niyetleri var mı?

-Aleviler hakkında söylenen laikliğin teminatı filan gibi şeyler, hep fasa fiso. Laikliğin teminatı filan değiller. Eğer öyleyseler, ben Alevi değilim. Ama Aleviler herkes bilir, CHP’ye yakındırlar, CHP’ye oy verirler. Her şeyden önce şunu söylemek lazım. Aleviler bir azınlıktır. Bunun Lozan’da kabul edilmemiş olmasının bir önemi yok. Sosyolojik bir azınlık olarak nitelikleri, nicelikleri bellidir. Azınlık kültürü, kafası ile hareket eden bir toplumun ilk olarak neyi tehdit olarak algıladığı önemlidir. Aleviler için ulusal meselenin o kadar önemli olduğunu düşünmüyorum. Bence daha önemlisi Sünni tehdittir. Kürt meselesinde Aleviler bir tarafa dahil olmadılar. Hep kendilerini soyutlamayı başardılar. Fakat Sünni tehdit algıları hala çok güçlüdür. Alevilerin cellatlarına oy verdikleri tartışılıyor. Ya bu adamlar niye CHP’ye oy veriyorlar bunu tartışmak lazım. Çünkü Sünni tehdit algısı hala ön planda. Hem bazı yasal nedenlerden seçim barajı gibi, hem de iç muhakeme yoluyla en büyük tehdit olarak gördükleri Sünni tehdide karşı CHP’ye biraz da kerhen oy veriyorlar. Seçim barajı düşürüldüğünde ÖDP’ye ya da başka partilere oy veren Aleviler durumu değiştirebilir. Türkiye Alevileri, 12 İmamcı topluluklar arasında en az mobilize olabilen topluluktur. Ben bu kadar bir yanağına tokat atılınca öbür yanağını dönen bir topluluk görmedim. 12 imamcı topluluklara bakıldığında, Şia toplulukları, İran’da İsmaililer, Caferiler hepsinde çok ciddi bir direniş geleneği ve bulundukları ülkede iktidara karşı gelme geleneği vardır. Ben iktidar olsam öpüp başıma koyarım. Barışçı, kendisini yakanı iki gün sonra affedebilen, sözlü ve yazılı kültürünü bu şekilde kurmuş bir topluluk. Kürt hareketinde 50000 kişi öldü, Aleviler doğru dürüst bir tepki vermeden bu işin içinden sıyrılıp çıktılar. Bulaşmadılar. Bu kadar herkesin gözünün üzerinde olduğu bir topluluksun, herkes senin üzerinde bir oyun oynamaya çalışıyor ve bunu da başarıyor, ama sen yine de bulaşmıyorsun. Bu büyük bir maharettir. Onun için Alevi partisi olmaz. Seçim sistemi değişirse Aleviler bizim 15 tane vekilimiz olabilir diye düşünürlerse belki o zaman olabilir, o zaman CHP’nin vay haline. Bugün CHP’nin bugün aldığı %26 oyun %15’i Alevi oyları, geri kalanı da korku oyu.

-CHP’ye oy veren kitle neden korkuyor sizce?

Şunu söylemek lazım bir kitlenin herhangi politik bir tercihi bunca yıllar boyunca ve inatla sürdürmesinin altında yatan nedenler kolaycılığa kaçılarak açıklanamaz. Yani kalkıp Stockholm Sendromu benzetmeleriyle yaklaşırsanız bu duruma yalnızca sığ bir tespit yapmış olursunuz ve reel siyasette bunun bir anlamı da olmaz. Aleviler CHP’ne kitleler halinde oy veriyorlar. Bu bir vakıadır. Ancak neden sorusunu sorduğumuzda yanıtlamamız gereken başka soruları da hemen peşi sıra sormamız elzemdir. Örneğin Alevileri bir grup, kitle, topluluk ya da cemaat olarak bir arada tutan “sınır muhafızları” nelerdir? Şimdi antropolojik açıdan yaklaşırsanız şunu rahatlıkla görürsünüz ki Alevilerin topluluk sınırlarını belirleyen en önemli değerler ya da kodlar inançla ilgili tehdit algılarıdır. Bunu kolektif bir bellek ya da toplumsal-tarihsel bir hafıza olarak da adlandırabilirsiniz ama Alevilerin ciddi bir Sünni tehdit algıları hala vardır. Bu Türkiye’nin bir türlü demokratikleşememesinden de beslenmekte fakat özellikle son yıllarda AKP iktidarının tarz-ı siyasetiyle daha da büyümektedir. Kısacası kimilerinin karşı çıktığı ve aslında benim de itikadi olarak anlamsız gördüğüm bazı noktalar var: Alevi ritüellerinin yapıldığı mekanlarda Ali figürünün yanı sıra Mustafa Kemal’in fotoğrafları da konulmaktadır. Kimileri buna karşı çıkıyor ve bu resimlerin, fotoğrafların derhal kaldırılmalarını talep ediyor. Bense şu soruyu sormak gerektiğine inanıyorum öncelikle: Bu fotoğrafların topluluk içerisindeki işlevi nedir? Neyi sembolize eder ya da hangi işlevi yerine getirir? Buradan yaklaştığınızda aslında o karşı çıktığınız fotoğrafların topluluk için başka anlamları da olduğunu görüyorsunuz ve topluluğun dağılmasına ya da yok olmasına duyulan korkunun azaltılmasına yönelik bir modeli hatırlattığı için orada asılı tutulduğunu anlıyorsunuz. Bir şey daha söyleyeyim Aleviler topluluklar halinde ulusal meselelerden çok dinsel ve inanca ilişkin meselelere daha duyarlıdır. Şimdi CHP’ye verilen oyları da bu bağlamda düşünmekte yarar var. Türkiye’de pratikte gerçekleşmemiş bir laiklik söylemi var. Biz bu söylemin içinin boş olduğunu defalarca söyledik. Hatta bu sistemden en çok Alevilerin muzdarip olduğunu da belirttik. Ancak Alevilerin hala yaşıyor oldukları ev işaretlemelerinden, baskılara kadar çeşitli durumlar Sünni tehdit algısını diri tutuyor ve onları kimi zaman yeterli görmeseler de CHP’ne yönlendiriyor. Kısacası bu işlevsel bir boşluğun doldurulmasıdır bu. Bu doğrudur yanlıştır’ı tartışmak yerine buralardan başlamanın yararlı olacağını düşünüyorum.

-Kürtlerle Aleviler arasında bir kader birliği var mı?

-Bu coğrafyadaki her topluluk arasında kader birliği vardır. Bu coğrafyanın efendisi Türkler gibi görünüyor ama bence Türkler en kötü durumda olanlar. Bu ülkede Türk kalmadı gibi basit bir söylemle söylemiyorum bunları. Osmanlı Türk’ü sevmezdi. Etrak-ı bi idrak derdi. İdraksız, köylü, eşek diye adlandırırdı. Hem de resmi ağızlardan söylüyordu bunu. Şimdi Türk oldu, Osmanlı’ya en çok sahip çıkanlar onlar. Halbuki Osmanlı bütün siyasetini Kürt unsurlar üzerinden gerçekleştirdi. Ermenileri Kürtlere kestirdi. Aşiret mektepleri açtırdı. Alevi unsurların karşısında da Kürtleri kullandı. Kader birliği olarak sorulduğu zaman sanki taraflar çok netmiş gibi oluyor. Kürtlerin kendi politik yapılanmaları ve bugünkü durumlarına etki eden unsurlar çok farklı. Kürtler şu anda uluslararası bir sorunun parçası. Dört ayrı ulus devlet içinde dağılmış durumdalar. Alevilikte henüz o uyanış gerçekleşemedi. Azerbaycan’dan Suriye’nin kuzeyine kadar yaklaşık 10 milyon ehl-i hak yaşıyor. Bunlar Alevi topluluklarının birebir ritüellerini benimsiyorlar ve Türkçe konuşuyorlar. Hacı Bektaş’ı kutup olarak görüyorlar. Ama o uyanış gerçekleşmediği için Kürt muhalefeti ile Aleviler arasında dağlar kadar fark var. Bir de tabii şiddet meselesi var. Yani Kürt hareketinin her yerine sinmiş durumda. Hem devlet tarafından hem Kürt hareketi tarafından şiddet üzerinden yönlendirilen bir politika var. Bu kadar yakınmaya rağmen şöyle bir avantaj sağladı Aleviler. Aleviler coğrafya olarak dağınıklar. Ayrıca hissetmiş oldukları Sünni tehdit algısı nedeniyle devletin kendilerine sunduğu kötü laikliğe bir yerinden bağlılar. Dolayısıyla devletin kuruluş ilkesine bağlanmış oluyorlar. Türklük ve Sünnilik üzerinden inşa edilmiş olan laiklik ilkesine Sünni tehdit nedeniyle bağlılar. Dolayısıyla Kürtler gibi ayrılık ya da şiddet üzerinden bir politika geliştirmek yerine başka bir politika geliştirmeye çalıştılar. Başarılı oldular mı? Hayır, Kürtler daha başarılı. Bu demek değildir ki siz de şiddete başvurun. Ama vakıa, tahlil bu. Sosyolojik olarak çok olduklarından özdeşlik kurulmaya çalışılabilir ama benzer topluluklar var. Hemşinliler var mesela Lazlardan kız alıp vermezler. Ben eziliyorum diyen toplulukların bir şekilde diğerlerini ezdiklerini görüyorsun. Kürtler Zazalara yapıyor aynı şeyi, Zazaca diye bir dil yoktur, siz Kürtsünüz diyor. Türk devletinden çok güzel öğrenmişler.

-Kitabınızda Sünni açılımı olmadan Alevi sorunu çözülmez diyorsunuz. Nedir Sünni açılımı?

-Alevi açılımı Reha Çamuroğlu’nun milletvekili olmasıyla ateşlenen bir fitil. Reha Çamuroğlu çok iyi ikna edebilen bir insandır. İkna kabiliyeti çok yüksektir. AKP’nin A takımını bir şekilde ikna etmiş görünüyordu. Başbakanın son dönemde en büyük yanılgılarından biri bu oldu. Çok da sinirlendi zaten bu açılım sürecine ve Reha Çamuroğlu’na. Ben Alevi örgütlerini toparlayabilirim, toparlayamasam da kendi kuracağımız örgütlerle iktidarla bir bağlantı sağlayabilirim iddiası ile yola çıktı. Bu da güncel siyasette ne kadar başarısız olduğunu gösteren en güzel örneklerden biridir. Alevi toplulukları ikna edilmesi en zor topluluklardan biridir. Kendine ait bir dinamiği vardır. Alevilerin ikna edilip edilmediğine bakmanız için hiç güncel siyasetle ilgilenmeyen, Sözcü Gazetesi okuyup, Kanal-D Anahaberi izleyen adama bakacaksınız, o ikna olmuşsa herkes olmuştur. Onlar ikna olmuyorlar. Çünkü onlar hala komşularının kendilerinin kestiklerini yemediğini görüyorlar. İşte bu ayrım sürdükçe açılım maçılım olmaz. Uzun vadede olabilir mi olur. Çünkü jenerasyon değişiyor. İşte cami yaparsınız köye, o çocuk cami figürüyle büyür, “Muharrem De Bizim, Ramazan Da Bizim” diye saçma sapan davetiyeler bastırırsınız. Böylece eritmeye çalışırsınız. Açılım bu kadar net ve şiddetli bir giriş yaptığı için başarısız oldu. Sünni açılımından kastım, siyasette var olanların Sünni kimliğinin ön planda olduğunu biliyoruz. Başbakanın seçim zamanında Kılıçdaroğlu’nu işte bir Alevi diye yuhalatması, Türkiye’de Sünniliğin geldiği noktayı gösteriyor. Buna inanan, ben Sünniyim o yüzden bir Alevinin oraya gelmesini istemem dediğin anda sen kendi Sünniliğini de bitirmiş oluyorsun. Çünkü Türkiye’deki Sünnilerin %98’i Hanefidir. Bunu yapan Sünnilerin okuma yazması varsa kendi mezheplerinin kurucusu Ebu Hanefi’nin nasıl öldürüldüğüne, neden öldürüldüğüne sadece ona bakarlarsa zaten şu anda geldikleri noktada kendilerinden utanırlar. Mekke döneminde henüz İslam kandaş bir topluluk olarak yayılırken, o döneme buradan birkaç Sünni göndersek herhalde taşa tutarlar. Ben kapitalizme ve sömürüye karşı olmayan birinin gerçek Sünni olduğuna inanmıyorum. Gizli sömürünün üzerine gitmiyorsan sen Sünni değilsin. İslam tarihindeki en önemli figürlere baksınlar. Bilal-i Habeş,  Ebu Zerr, Yakup Bin Ammar bunlara bir baksınlar bunlar kimin tarafında nasıl ve niçin öldüler? Bunlar saltanata karşı oldukları için öldüler. Emevi saltanatının İslam’ı ne hale getirdiğini görüp isyan ettikleri için öldüler. Devlet varsa, din yoktur. İsa’nın ölümünden sonra Aziz Paulus Hristiyanlığı aldı, Roma İmparatorluğuna bağladı. Hristiyanlık filan kalmadı ondan sonra. Papalık oldu. Bizde de aynı şey oldu. Emevi saltanatı ile başlayan bir devletleşme gerçekleşti.

-Devletin dine müdahalesinde Diyanet ile ilgili ne düşünüyor Aleviler? Diyanet’te yer mi almak istiyorlar, yoksa kaldırılsın mı istiyorlar?

-Diyanet İşleri Başkanı başını yastığa rahat koyuyorsa elini öpmek lazım. Bu kadar haram para yiyen bir kurumun başında olmak gerçekten geniş bir yürek ister. Alevilerin vergilerini alıyorsun, sonra oradan imanına para veriyorsun, o da beş vakit Aleviliğe küfrediyor. Sen haram para üzerine kurulmuş bir kurumsan, sen yıkılacaksın, ondan sonra tartışacağız seni. Devletin dinle ilgili bir şeye el atması taraftarı değilim. Devlet, elini attığı her şeyi kurutan bir mekanizmadır. Bir makine gibi çalışır ve öğütür. Diyanet 5×365 fetva yayınlıyor. İnsanların kızını oğlunu nasıl evlendireceğinden, tuvalete nasıl gideceğine kadar her şeye sen nasıl karışırsın? Bu Sünnilerin de sorunu. Alevilerin de büyük bir çoğunluğu kaldırılması taraftarı. Türkiye’de ucube heykel sorunu yok, ucube kurumlar sorunu var.

– Son günlerde Tekke ve Zaviyelerin Kaldırılması Hakkında Kanun tekrar gündeme getiriliyor, Alevi dedelerinin de unvanlarının iade edileceğinden bahsediliyor. Bu kanunla Alevi dedelerinin bir ilgisi var mı?

– Tekke ve zaviyeler 1925’de kaldırıldı. Daha sonra 1926’da Mustafa Kemal gitti kendi eliyle Mevlevi Dergahını açtı Ankara’da. Cemalettin Ulusoy Meclis ikinci başkanıydı, birinci başkanı Mevlevi bir şeyhti. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra Aleviler hiçbir yerde örgütlenme fırsatı bulamadılar. Yalnızca köylerde, dede köye üç ayda beş ayda bir gelecek de cem yapabilecekler. Sünniler camilerde örgütlendiler, devlet eliyle de örgütlendiler. Şimdi diyorlar ki bunlar açılırsa Sünniler örgütlenirler. Şimdi Ankara’nın göbeğinde Sincan’a, Keçiören’e gitseniz Türkiye’nin ne hale geldiğini görüyorsunuz. Dolayısıyla kimsenin korkmasına gerek yok, çünkü korkulacak bir şey kalmadı. Diyanet İşleri Başkanlığının yedi tane bakanlıktan büyük bütçesi var. Bütün yayın organlarıyla insanlar bugün öteki dünya üzerinden hayatlarını sürdürmeye başladılar. Bu dünyada sömürü var ama öte dünyada cezasını görecekler. Nah görecekler! Bağlum’a git bak, orada tekke ve zaviyeler zaten açık. Şeyhlerinin elini öpmeye gidenler var. Bu göstermelik bir tartışmadır. Bu toplumun neye hazır olup olmadığını kontrol etmeye çalışıyorlar. Işıkevleri almış başını yürümüş, üniversite öğrencileri cemaat yurtlarında kalıyor, sonra tekke ve zaviyeler gündeme getiriliyor. Öyle bir sorun yok.

 

– Kitapta geçen Hz. Ali’den Ali’ye geçiş nedir?

– Alevi öğretisinde Allah, peygamber, Kur-an anlayışları Sünnilikten 180 derece farklıdır. Siz bir Sünni olarak Ali’yi Hz. Ali olduğu için seversiniz, saygı duyarsınız. Ve ona sadece aldığı görev, Ehl-i Beyt’in bir üyesi olması, halife olması nedeniyle saygı duyarsınız. Yani o, ululardan bir uludur. Hz. Ömer neyse, Hz. Ali de odur. Ama Ali öyle değildir, Alevi anlayışındaki Ali, o tanrı anlayışındaki farklılıkla vücuda gelir. Biz Alevi itikadında şunu görüyoruz. Ali, kendisinin miraca yükseldiğine inanılan Muhammed’in kendisine edilen 90000 kelamın 30000’ini kendisinde sır eden ve o sır ile birlikte yeryüzüne inanan bir ilim ışığıdır. Allah’ın aslanı olduğu herkesçe bilinir ama, Hak, Muhammed, Ali üçlemesinde Muhammed’in yarı nurunu içerisinde bulunduran, hatta bazı Alevilere göre Hakk’ın kendisi olan, Hakk’ın insan sıfatında yeryüzüne indiği kişidir. Bunların hepsi Sünni öğretisinde şirktir. Alevilerin bazıları güneşe aya Ali diye taparlar. Bunlar Sünnilere göre şirktir. Ancak Alevi inancına göre de Sünnilerinki şirktir. Çünkü Alevi öğretisinde şu vardır: Hakta ikilik yoktur. Yaratılanla yaradan ayrımı yoktur. Yani tahtında oturmuş ve ol emri verip herkesi yaratmış bir Allah’a inanmazlar ve bu itikat çok iyi temellendirilmiştir Alevi inancında. Onların inancında birlik vardır ve bu birlik tıpkı Spinoza’daki monist anlayış gibi örülmüştür. Bugün İbn Arabi okusunlar, Sünniler İbn Arabi’yi duyunca şeytan görmüş gibi kaçarlar. Şeyh Bedrettin’in varidatını okusunlar. Bunların üçü de aynı şeyi yazmıştır.  Aynı tanrı kavramını yazmışlardır. Buradaki benzemezin karşı karşıya gelmesiyle Ali de farklılaşıyor. Ali kendisine halife olduğu için saygı duyulan birisi değil. Senden benden biri olabilmesi özelliğini tanrısal özelliklerinden almıştır. Ben Hakk’ın kendisine ruh üflediği biriyim. En Sünniliğe yakın ifadesiyle söylüyorum. Ama aynı zamanda Hakk kendini görünür kıldığı zaman ondan ayrılan parçalardan biriyim. Dolayısıyla Hakk’ın bir parçasıyım, hatta ben olmazsam Hakk yarım kalır. Benim Allah inancımda ha ben ha bu bardak. Ben kendime duyduğum saygıyla bu bardağa eğilmek zorundayım. Onun için Alevi çevrecidir, onun için sosyalisttir,  onun için solcudur. Onun için hiçbir zaman faşistlerin yanında yer almaz, İzzettin Doğan’ın yaptığı gibi. Yani Ali benden farklı değil, sadece kendisine sır verilmiş ve bu sırrı da dışarıya açmakla görevli birisi. Benden farklı olmadığı için ben ona kızabilirim, ona sitem edebilirim. Ama yine ondan yardım dilerim. Çünkü ondan yardım dilemek aynı zamanda kendimden yardım dilemektir.

-CHP’nin hazırlattığı raporda her iki Aleviden birinin asimile olduğu sonucuna ulaşılmış. Bu kadar yoğun bir asimilasyon var mı Alevi topluluğunda?

– CHP’nin bunu yaptırmasına gerek yok. 1500-1600 yıllarındaki Osmanlı defterlerine bakarlarsa zaten görürler. Anadolu coğrafyasında yaşayanların %90’ından fazlası Kızılbaş taifesi olarak geçer. Bugün Amasya, Tokat, Burdur o zamanki sancaklara baktığında hayrete düşüyorsun. 1910’lu yıllarda 800000 Bektaşi var İstanbul’da. Şimdi Türk’üz diyorlar ya. Nah Türk’sün. Basit matematiksel bir hesap yap. Geometrik olarak hesapla. Mümkün değil. Sonuçta Kürtlük de, Türklük de, Alevilik de bir kurgudur. Sen dünyaya geldin, ben Alevi’yim acaba nasıl davranmam lazım diye düşünüyorsan sen bitmişsin demektir. Ahlaklı, sömürüye karşı hareket ediyorsan sen olmuşsun demektir. Ondan sonrasını sen Allah’la aranda hallet. Bugün Muharrem orucunu Sünniler de tutuyor, Başbakan da tutuyor. Hepimiz Yezid’e lanet ediyoruz o zaman. Ama Başbakan Suriye’ye savaş açmak istiyor. Ben istemiyorum. Bir fark olmalı o zaman. Demek ki aynı şeyi anlamıyoruz. Farkı ortaya çıkaracak olan da sensin.

– Sivas Katliamının faili olarak kimi görüyor Aleviler?

-İktidar bir ağ şeklinde ilerler. Sadece Sivas’ta değil, Maraş’ta da Çorum’da da aynı şey oldu. Muhtemelen istihbarat örgütleri de böyle çalışıyor. Dolayısıyla net ayrılmış yapıların olduğunu düşünmüyorum. Burada bir fail aramaktansa Sivas gibi bir yerde 30000 kişinin birden bire nasıl it gibi bir otelin etrafında toplanarak o insanları yaktığı önemli. Bir failin 30000 kişiye ne söyleyerek insanları oraya döktüğü. Failler bulundu, yargılandı, aklandı, bazıları kaçtı. Geride kalan 25000 kişi ne olacak? Allah-u Ekber diyordu o da otelin önünde. Sivas kendini aklamaya çalışmasın. Unutalım diyorlar. Unutmak yok.  Çünkü sen yarın yine aynı şeyi yapacaksın. Failden ziyade önemli olan otelin önündeki insanların linç kültürüdür. Bu kültür her yerde ortaya çıkıyor. Sivas’tan sonra PKK’nın bölge köylerinin boşaltılması nedeniyle Tokat’tan Karadeniz’e, Sivas’tan da İç Anadolu’ya açılma yolları kapandı. Reel politik sonuç bu. Buradan geri gidilebilir mi bilmiyorum.

– Başbağlar Katliamı Sivas’ın intikamı mıydı peki?

-Önce kabul etmediler, yerel birim filan dediler, sonra kabul ettiler. Sadece bunu yapmadı PKK, bazı işçilerin cesetlerini de Alevi köylerinin yakınlarına attılar. Askerin köye baskı uygulamasını istediler. Reel politik olarak bunlar yapıldı. Fakat çok ilginç bir dirayeti var Alevilerin, ne devletin, ne de PKK’nın şiddetine boyun eğdiler. Bence son 30 yılın en ön plana çıkarılması gereken politik başarısı budur. PKK da devlet de bu bölgedeki bütün toplulukları mobilize etmeye çalıştı ama Aleviler üzerinde bunu başaramadılar.

-Alevilerin birincil talebi nedir şu anda?

-O utancı yaşamak istemiyorlar. O komşuların bakışlarını üzerlerinde hissetmek istemiyorlar. Denilebilir ki efendim bu yıllarca mücadele edilerek yapılabilecek bir şeydir. Ben buna inanmıyorum. Önyargı en kolay kırılabilecek şeydir. Önyargı bir iktidar odağının ürettiği zanlar ve sanılar üzerinden oluşur. İktidar odağı değişirse bu zanlar ve sanılar da değişir. Bilgiye dönüşür. Sen Ramazan’da davul çalan ve Alevi’yi rahatsız eden bir davulcunun arkasında duruyorsan devlet olarak, kusura bakma hiçbir şey değişmez. Yarın o tokmak o kafaya iner, nitekim öyle de oldu. Devletin dönüşmesi gerekiyor. Örgütlerin istedikleri basit. Zorunlu din derslerinin kaldırılması, Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılması, köylere zorunlu cami yapılmasının önüne geçilmesi gibi şeyler. Bir gecede yapılabilecek değişiklikler aslında. Ama bu talepler çok önemli değil, esas önemli olan öteki. Alevilerin kimliklerini rahatça dile getirebilmeleri de Sünnilerle aralarındaki gerilimi arttırdı. Eskiden Sünniler Ramazan’da oruç tutmuyor musun? diye sorarlardı, şimdi Aleviler sormaya başladı. Devletlu bir Sünnilik anlayışı, Devletlu bir Alevilik anlayışına sirayet ediyor.

-Devletin yeni Alevilik sorunu dediğiniz bu mu?

-Bir şeyi çözemiyorsan onu farklılaştırırsın, karşı tarafın çözmesini beklersin. Devlet diyor ki ben bu sorunu çözerim ama sen önce ne dediğine bir bak her örgütten ayrı bir ses çıkıyor diyor. Cem Vakfı bile kendisinden beklenmediği halde aynı metnin altına imza attı, bu sefer de başka şeyler çıkardılar. Alevilerin ölecek dermanları yok. Devletin bu sorunu çözemeyeceği belli, bunu başkalaştırıp Alevilerin kucağına bırakıyorlar. Bu AKP’ye özgü bir şey değil. Bu sorunu o çıkarmadı ama AKP, Aleviler konusunda en hızlı Kemalist.

-Biraz açar mısınız? AKP bu konuda nasıl bir Kemalist?

Yani şöyle. Kemalizm bu ülkede “içi boş bir gösteren” haline geldi. Neredeyse herkes Atatürk’e sahip çıkıyor ve tamamen zıt anlayışlarına rağmen herkes Kemalizm’i savunuyor. Burada bir terslik var. Bu tür kavramlar kendileri bir anlam ifade etmese de onlarsız anlamlandırma yapamayacağınız kavramlardır. Kemalizm bu hale getirilmiş durumda. Darbeci generali de Kemalist, Ulusalcısı da, Sosyal Demokratı da. Anti-Kapitalist olanı da Kemalist, Antiemperyalist olup anti Kapitalist olmayanı da. MHP de Mustafa Kemal’e sahip çıkıyor CHP de. Dersimli bir yerinden tutuyor, İzmir’li başka bir yerinden.

 

Ama hepsinin ortak bir özelliği var ki Kemalizm’i bir kurucu unsur olarak kurguluyorlar. Ve kendi anlamlandırdıkları biçimde onun algılanması için çaba sarfediyorlar. Şimdi gelelim AKP ile olan ilgiye. İşte tam da bu noktada AKP’nin ve bazı liberallerin eleştirdikleri Kemalizm de aslında Kemalizmin bir pratikler bütünü. Bakın Türkiye’de adına ne derseniz deyin bir kurucu unsur sorunu var. Devlet Türklük, Sünnilik ve Erkeklik üzerine kurulmuş. Elbette bütün ulus devletlerin kuruluşunda ya da ulusların oluşumunda bu tür unsurlara rastlamak mümkün ama AKP bu kurucu unsurların dışlayıcı özelliklerine ve pratiklerine hiç dokunmadı. Dolayısıyla başkaları ne yaptıysa onlar da onu yaptılar. Yani onlar da kendi Kemalizmlerini kurdular hepsi bu.

 

 

Yeni soru: Başbakanın Muhteşem Yüzyıl ile ilgili çıkışını biliyoruz. Kanuni’nin Alevilere yaptıkları ve dizide alim bir devlet adamı olarak lanse edilen Şeyhülislam Ebu Suud Efendinin Alevilerin katlinin vacip olduğunu ifade eden fetvalar yayınladığı düşünüldüğünde siz böyle bir ecdad tanıdınız mı?

 

 

Salman Rüşdi’nin bir sözü vardır: “İnsanların değil ağaçların kökü vardır” diye. Bakın insanlar ne zaman köken arayışına giriyorsa oralarda bir yerlerde kan akıyordur mutlaka. İnsanlar “biz kimiz” diye sormaya başladıkları her yer ve zamanda bir inşa faaliyetinin içine düşmüşler demektir. Şimdi Türklüklerinden gurur duyanlar, Türklükleri uğruna canlarını bile feda edecek olanların üç dört nesil öncelerine bakarsanız başka tanımlamalarla karşılaşabilirsiniz. Osmanlı, Türk’e “Etrak-ı bi idrak” derdi, “Eşek Türk” derdi. Kimliklerin inşası böyle bir şeydir. Bir iki nesil öncesinde kurgulanan ve anlamlandırılan kimlik daha sonraki nesiller için bir anlam ifade etmez. Ethni dediğimiz tarihsel-kalıntısal özelliklerden bir kimlik inşa edilir ve bu kimlik çoğu zaman diğerlerinin başına bela olur.

Başbakan’ın da bir ecdad kurgusu olmak zorunda elbette. En başta, bu kurgu istenilen bir şeyleri topluma hatırlatıyor ama hatırlattığı şeyden ziyade unutturduklarıyla işliyor. Yani şöyle. Başbakan’ın kahraman, cihan hakimi Kanuni kurgusu tutarsa o zaman yanında bulunan Alevi Katili Ebu Suud unutulacaktır ya da meşrulaştırılacaktır. Bu kurgu bir şeylere sahip çıkmaya yaramaktan ziyade dışlamaya yarar ve kimlik siyaseti “ecdad” gibi meşru bir zeminden hareketle yapılır. Kanuni’nin gündelik yaşantısında ne yaptığı beni hiç ilgilendirmiyor örneğin. Beni ilgilendiren bu ecdada sahip çıkanların ne yaptıkları. Ya da bu ecdada sahip çıkarken başkalarına verdikleri sembolik mesajlar. Alevilerin hala evleri işaretleniyorken ya da eski bir emniyet amiri çıkıp Alevileri kesip biçerken nasıl zevk aldığını anlatıyorken Ebu Suud’un hala yaşadığını ve dolayısıyla Kanuninin de buralarda bir yerlerde olduğunu anlıyorsunuz.

Ben Kanuni’nin sadece aşkını sahiplenebilirim örneğin. Geri kalan hikayesi hiç başarılı değil bence. Hatta kötü. Yaşadığı aşkla anılsaydı Kanuni daha iyi olurdu belki de.

– Neşet Ertaş’ın ısrarla camiden defnedilmesine ne diyorsunuz?

– Benim duyduğum ailesinin talebinin o yönde olduğu. Ailenin ikna edildiği de söyleniyor. Neşet Ertaş, Aşık Veysel gibi figürler, korkarım bunlara da 100-200 sene sonra Yunus Emre’ye yaptıkları muameleyi yapacaklar.

-Sünnileştirecekler mi?

– Devletleştirecekler diyelim. Aşık Veysel’in yazdıklarına bakıyorsun, ya da Neşet Ertaş’ınkilere, o derinlikte kaybolmamak mümkün değil. Bu derinliğe sahip olmanın tek yolu da Batın ilmine hakim olmak. Böyle bir hakimiyet yoksa, sen hala şeriat ya da tarikat makamındaysan, o zaman evvelim sen oldun, ahirim sensin dediğinde adam çok iyi aşık olmuş dersin. Yani bu dünyada gördüğün ilişki biçimiyle açıklamaya çalışırsın. Oysa batınım sen oldun, zahirim sensin lafının üstüne kitap yazılabilir. Aleviler okumuyorlar, sen okumazsan sahip çıkmazsan öbür taraf alır, çok da güzel kendine göre yorumlar. 100 sene sonra da senin torunlarına sunar.

– İskender Pala’nın Neşet Ertaş türküleri üzerinden yaptığı erotik nitelemesi, mum söndü ön yargısıyla ilintili mi sizce?

– İskender Pala bunları söylerken kendisinin de başka insanlara erotik gelebileceğinin farkında değil herhalde. Onu da erotik bulanlar olabilir. Onun üzerinden de erotik bazı tahayyüller geliştiriliyor olabilir. Bunu engelleyemezsiniz. Toplumdaki erotik arzunun ta buralardan beri bastırılması gerektiğini söylüyor İskender Pala. Tıpkı Platon’un bazı faşist yaklaşımları gibi. Platon da Lidya makamları yasaklansın derdi. İskender Pala’nın yaşadığı şehir olan İstanbul’da 3000 tane çocuk fahişe yaşıyor. Bir satır da onlar için yazsın eğer ahlaklıysa. Aleviliğe yapılan eleştirilerde bu cinsellik meselesinin ön plana çıkarılması normal. Her iktidar bu damara basar. İran’daki benzer gruplar  üzerinde de kullanılmıştır. Bel altı vurmak denilen bir şey var. Kaseti çıkan politikacı ben yaptım demez. Yaptım de. Bedensel olarak boşalmayan insan mı var? Ben evliysem kasetim çıktıysa ben karıma hesap veririm. Kendi yapmıyor, çok ahlaklı toplum ya. Bu ülkede kadınlar belli bir saatten sonra sokakta yürüyemiyor, mini etek giyse bu Müslüman toplumun %90’ı bacaklarına bakıyor. Ama kadın adres sorsa buyurun bacım diyor, ahlaksız toplum. Sonra birileri çıkıp erotizmden bahsediyor. Acaba ben mi yarattım bu erotizmi?

 

Bu röportaj ilk olarak Yeni Harman’ın Aralık sayısında yayınlandı. Yazarın izniyle burada da yayınlanıyor…

Ayşe Özer yazdı: KÖPRÜCÜK VE OMURGA [Ayça Varlıer’in kıyafeti meselesi]

In Uncategorized on February 11, 2013 at 23:23

KÖPRÜCÜK VE OMURGA

Çocukluğumuzda pıtırak gibi çoğalan özel televizyonların gece on ikiden sonra yaptıkları kırmızı noktalı yayınlarla dalgasını geçen bir karikatürde Arap televizyonlarında gece on ikiden sonra çarşafının altından el bileklerini azıcık ortaya çıkaran ve kıvıran bir kadının da o kültürde kırmızı noktalı olabileceği anlatılıyordu. Kadının saçının telinden, kokusundan, bakışından, duruşundan, var oluşundan her şekilde tahrik olan abiler şimdilerde vücudunun başka bölgelerine takılmış durumda. Nefes alsın yeter.

Clavicula, kırıldığında vücutta alçıya alınması en zor yerdir. İsmiyle müsemma olsun diye köprücük ismi verilir Türkçe’de. Şekli eski zamanlarda kullanılan anahtarlara benzediği için anahtar anlamına gelen clavicula ismi verildiği söylenir. Narin, nazenin bir kemiktir. Bel gamzesi ile birlikte kadın vücudunun en seksi yeri olduğu yazar internetteki sözlüklerde. TRT Okul isimli kanalda bir programa katılacak olan tiyatro sanatçısı Ayça Varlıer’e kıyafet ile ilgili kısıtlamalar hatırlatılır. Köprücük kemiğinin görünmemesi gerektiği söylenir. Tahrik edicidir sonuçta. Çocukların zihinsel ve bedensel gelişimine engel olabilecek seviyede güzel kadındır Ayça. Ünlü modacı Dilek Hanif’in Türk Hava Yollarının hostesleri için tasarladığı şekilde giyinmesi beklenir ki, seyirci tahrik olmasın. Muhafazakar sanat, işte tam da bunu muhafaza eder.

Bu kemik işi kemikleşmiş bir meseledir. Erkeğin kaburgasının altın parçası olan kadının, dişlerindeki elma kokusuyla suçunu bilip oturması ya da kral çıplak demek yerine, Dilek Hanif gibi kraldan çok kralcı olup kralın istediği şekilde kıyafetler tasarlaması gerekir. Yani canım efendim esas hadise Ayça Varlıer’in köprücük kemiği değil, Dilek Hanif’in omurgasıdır.

Ayşe Özer: ARAF NE GÜZELSE

In Uncategorized on February 10, 2013 at 18:33

ARAF NE GÜZELSE

Bu koltuk hep burada mı duruyordu böyle mavi? Bu komşu çocukları hep mi böyle uçuk mavi sessizdiler? Ya bu köşe yastıkları neyle bir arada yıkandılar da böyle yeşil, yok yok petrol yeşili oldular? Tavana lacivert lamba asmak kimin aklına geldi? Yormaz mı bir insanın gözünü bu kadar mavi, bu kadar yeşil? Bu ev bu renk değildi, sonradan oldu biliyorum ben. İnsan evini böyle döşemeyi akıl edemez. Bu nasıl bir renk skalası? Bir boyacıda olsa her birine ayrı bir isim bulunamaz da, şampanya filan gibi tuhaf isimler verilir. İlahi, hiç mavi ya da yeşil ya da lacivert şampanya olur mu? O boyacının adını da Nilli Boya koyabiliriz, hep mavi, hep yeşil, hep lacivert boyalar satsın. Adıyla müsemma. Devrimci çocukların duvarlara yazı yazdığı zamanlarda bu renk boya yoktu herhalde. Yoksa bütün duvarlara kırmızı yerine bu renkle yazarlardı “kahrolsun faşizm” diye. Başka hangi renkle yazılırsa yazılsın bu renk kadar güzel ve etkileyici olmazdı, bilirlerdi. Aralarında para toplarlardı “abi o renk boya alıcaz” diye. Belki de kendileri yaparlardı boyaları karıştırıp. “Biraz da gök mavisi kattık mıydı tamamdır”. Duvarlar denize ulaşan bir nehir gibi boyanırlardı. Belki ulaşırlardı da o zaman. Boşluğa atlasa biri gözlerini kapatır mı? Kapatınca bu renk geliyordur aklına kesinlikle. Hiç atlamadım boşluğa oradan bilmiyorum. Ama sanki boşluğa atlarken insanın gözünün önüne bu arafın rengi olan renk gelir. Mavi, yeşil, lacivert, petrol yeşili mi ne? Göz boyamakla ilgisi yok. Bunun adı gözle boyamak olabilir ki bunu o kıvırcık saçlı ressam adam bile yapamazdı. “Şurada bir yeşillik vardır belki, belki yanında da lacivert bir göl” diye düşünemezdi. Bir çift göz yapabilir bunu ancak. Arafın rengi bu kadar güzelse cennete gitmek istemez insan belki de. Tanrı düşünsün bunu.